Evvel zaman içinde, Oharu (Bahar) adındaki yaşlı kadın ve torunu Ohana (Çiçek) beraber yaşıyorlarmış.
Ohana’nın annesi ve babası, Ohana henüz üç yaşındayken peş peşe ölmüş.
Oharu, çok üzülmüş, çok üzgünmüş. Kendini artık tümüyle Ohana'nın bakımına ve yetişmesine adamış.
Ohana'nın hiç kız arkadaşı yokmuş. O, oğlanlar ile oynamayı daha çok seviyormuş. Oharu, torununun erkek çocuklar gibi acar, çevik ve sağlıklı büyümesine içten içe seviniyormuş.
Nine Oharu tarlada çalışırken, Ohana ise oğlanlarla çelik çomak oynarmış. Akşamları eve geldiklerinde, "’Nineciğim, bugün de ben kazandım." diye övünmeye başlarmış.
Ninesi Oharu, ne kadar ‘’Kızlar öyle oynamaz, sadece erkekler sopayla oynarlar.’’ diye torununa tembih etse de, Ohana, buna şöyle cevap verirmiş:
‘’Ben kız olarak doğmuşum ama çelik çomak oynamayı çok severim!’’
Ohana, bıkmadan her gün her gün sevdiği oyunları oğlanlarla oynarmış.
Ohana yedi yaşına gelmiş.
Son bahar gelmiş, ekinlerin hasadı başlamış.bütün köylüler canla başla ekinleri hasat etmek için çalışıyorlarmış.
Ohana ise hasadın ilk günlerinde yine çelik çomak oyununa kendini kaptırmış görünüyormuş. Ama bir gün birdenbire ninesi Oharu’ya şöyle demiş:
"Nineciğim, ben artık artık çelik çomak oynamayı bırakacağım ve sana yardım edeceğim.’’
Oharu, torununun bu sözlerine çok sevinmiş, fakat hemencecik umutlanmamış. Çünkü torunu Ohana, şimdiye kadar çelik çomak oynamaktan başını kaldırıp da başka şeylere hiç ilgi göstermemiş. Hatta böyle şeyleri de şimdiye kadar hiç söylememişti.
Yine de ninesi Oharu, torunundan bu sözleri duyduğu için çok mutlu olmuş, gizlice sevinç gözyaşları döktürmüş Ohana'nın arkasından.
Hasat bitmiş, Sonbahar gitmiş, Kış gelmiş. Köyde boğmaya salgını başlamış. Salgın Ohana'ya da bulaşmış. Ohana, yataklara düşmüş. Çok kötü öksürüyormuş. Öksürüğü hiç kesilmiyormuş. Ninesi ise Ohana'nın etrafında dört dönüyormuş. Ohara'ya iyi bakmak için didinip durmuş. Gece gündüz başından ayrılmamış. Torununun iyileşmesi için bütün bildiği bütün çarelere başvurmuş. Bir yandan da torununu teskin etmeye çalışıyormuş:
"Ohana, baharın gelmesine az kaldı. Havalar ısınınca iyileşmiş olursun. Biraz daha dayan kızım!"
‘’Tamam, nineciğim." diyen Ohana, yeniden öksürük nöbetine tutulmuş.
Küçücük köylerinde ne ilaç ve ne de doktor varmış. Ohanu, torununun iyileşmesi için ne kadar çırpınsa da, Ohara, iyileşememiş, durumu gittikçe daha da kötüleşmiş. Bir gün Oharu'dan hiç ses gelmemiş. Ninesinin korktuğu başına gelmiş, Küçücük Oharu, hayata veda etmiş.
Nine Oharu, çaresizlik içinde torununun cansız bedenine sarılıp hüngür hüngür ağlamış.
Ohana öldükten sonra, Oharu, ruhunu kaybetmiş gibi günlerce Butsudan*ın başında oturup, hiç kımıldamadan boş boş bakıyormuş.
Komşular Oharu'nun bu halinden endişelenip, sık sık ondan haber almaya gelirmiş. Yiyecek birşeyler de getirirlermiş. Fakat Oharu, elini hiçbir şeye sürmezmiş, öylece boş boş bakınıp dururmuş. Komşuları onun bu durumundan kaygılanmaya başlamış.
‘’Oharu teyze, size yemek getirdik. Hiç yoksa bir lokma birşeyler yemelisiniz, yoksa hasta olacaksınız. Bunu söylemek bizim için de çok zor ama, Ohana şimdi bir melek olarak cennettedir ve yavrucak cennetteki annesine ve babasına kavuşmuştur belki şimdi. Onun için artık bu kadar kendinizi üzmemelisiniz. Bu kadar kederlenip dertlenmemmelisiniz." demişler.
Komşusu bunları söyleyince, Oharu, en sonunda kafasını kaldırıp, şöyle demiş:
"Evet. Ben de sadece hep onu diliyorum... ama .. Ohana çok küçük idi. Yolunu kaybetmeden anneciğine ve babacığına gidebildi mi acaba? Ya bir yerde yolunu kaybetmişse, ya yalnızlıktan ağlıyorsa.... ‘’ diye kaygısını dile getirmiş.
Akşam olmuş, komşular evlerine dönmüş. Oharu yine kendisiyle başbaşa kalınca, torununu düşünmeye başlamış.
‘’Ohana iyi mi acaba? Bir yerlerde beni arıyor olabilir. Yanlızlık içinde ağlıyor olabilir."
Oharu'nun aklından Ohana'nın ağlaması çıkmıyormuş. O geceden sonra Ojizo-samayı oymaya başlamış.
Ojizo-sama, çocukları koruyan tanrı olarak, ölmüş çocuklara cennete kadar rehber eder denir. Onun için Oharu, torunu Ohana'nın, yolunu kaybetmeden cennete gidebilmesi için Ojizo-sama yapmaya karar vermiş. Oharu teyze her gün hiç ara vermeksizin Ojizo-sama yapacağı kayayı oymuş, yontmuş.
Bu çok zor bir işmiş ve Oharu, bu iş için çok yaşlıymış ama her gün durmadan yontmaya devam etmiş. En sonunda baharın gelişiyle birlikte ojizo-sama da tamamlanmış.
Ojizo-sama, minicikmiş ve Ohana’ya tıpatıp benzeyen sirinmi şirin bir suratı varmış.
Ojizo-samayı bitiren Ohana'nın içi rahatlamış, ferahlamış. Kendi kendine mırıldanmış:
"Ohana'm, yavrucağım artık cennette anne ve babasına kavuşmuştur."
Sonra Ojizo-samayı bütün köyden görülebilen bir tepeye yerleştirmiş.
Zaman geçtikçe bu ojizo-sama'ya bütün köylü tarafından Ohana-jizo’’ denmeye başlamış. Köyün çocukları boğmaca olunca bir gelenek olarak Ohana’nun sevdiği kavurma pirinç pişirilir verilirmiş Ojizo-samaya. Hasta çocuklar ise kısa zamanda iyileşip ayağa kalkarlarmış, yine eskisi gibi cıvıldamalarına devam ederlermiş.
(Tochigi ilin masalı)
Kaynakça
http://hukumusume.com/douwa/pc/jap/12/12.htm
http://www.dailymotion.com/video/xkrj82_mnmb-%E3%81%8A%E8%8A%B1%E5%9C%B0%E8%94%B5_creation
27 Mart 2014 Perşembe
9 Mart 2014 Pazar
Sülün Ötmezse Vurulmaz(キジも鳴かずば撃たれまい)
Evvel zaman içinde, Saigawa nehrinin etrafında küçük bir köy varmış. Köylüler bu nehrin çok nimetini görür, kıymetini bilirmiş. Ama sel baskınları nedeniyle de büyük zorluklar içinde yaşarlarmış. Bu nehir her sonbahar yağmurlarıyla taşar, tarlaları sel basarmış. Sel suları evleri, insanları alıp götürürmüş.
Nehir her taştığında çok can alırmış.
Bu köyde Ochiyo adındaki kızıyla beraber yaşayan Yahei adında bir adam varmış. Ochiyo’nun annesi şiddetli yağmurlardan taşan son sel basınına kapılmış, seller kadıncağızı alıp götürmüş, canını almış. Baba ile kız başlarına gelen bu talihsiz felaketten dolayı çok acı çekmişler. Bu olaydan sonra fukaralar daha da yoksullaşmışlar, fakat yine de hayata tutunmaya devam etmişler. Yahei ve Ochio, mütevazı yaşamlarında mutluymuşlar.
Yine yağmur mevsimi gelmiş. Yağmur gittikçe şiddetleşmiş.
Tam da o günlerde Ochiyo, ağır bir hastalığa yakalanmış. Fakat garipler o kadar yoksulmuş ki, doktor çağıracak paraları dahi yokmuş. Yohei, kızına şöyle demiş:
‘’Ochiyo.. Benim fakirliğim yüzünden doktor çağıramayız ama senin iyileşmen için elimden geleni yapacağım. İyileşeceksin kızım. Sen iyileştiğinde yine beraber oynayacağız. Hadi, gel!. Sana darı haşladım. Onu ye, iyileşirsin.’’
Yahei, pişirdiği yemeği Ochiyo’ya yedirebilmek için çırpınmış durmuş. Hasta kızını kendi elleriyle beslemek istemiş, yemeği kızının ağzına küçük lokmalar halinde koymaya çalışmış ama Ochiyo yememiş, sadece kafasını sallamış.
“Hayır, bunu yemek istemiyorum. Ben artık darı yemeği istemiyorum. Ben Azuki* mamasını yemek istiyorum.” demiş.
Ochiyo’nun istediği Azuki maması, sekihan denilen yemekmiş. Ochiyo, Azuki mamasından sadece bir kez yemiş. Annesi hayattayken azukiyi sadece bir kez pişirmiş ve Ochiyo, o ziyafeti hiç unutamamış.
“Ne? Azuki maması mı..?”
Yahei, çok üzülmüş. Çünkü evde Azuki*yokmuş, hatta pirinç dahi yokmuş. Mutfak tam takır kuru bakır haldeymiş. Pazara çıkıp eksik görecek paraları da yokmuş.
Ochiyo, o gece aç uyumuş. Yahei, uyuyan kızını üzgün üzgün seyretmiş, Ochiyo’nun yüzüne uzun uzun bakmış. Sonra bir şeye karar verip dışarı çıkmış. Hızlı hızlı yürürken kendi kendine konuşuyormuş:
“Ağanın konağında pirinç de, azuki de vardır.’’
Böylece Yahei, hayatında ilk kez hırsızlık yapmış.
Konaktan bir kaplık pirinç ve azukiyi çalan Yahei, eve gelmiş. Ochiyo’ya sekihanı pişirmiş.
“Hadi, Ochiyo. Azuki maması yaptım senin için.”
“Babacım, teşekkür ederim! Aaa! Azuki maması mı bu? Çook lezzetli.!!
“İyi.. iyi. Bol bol ye, iyileşeceksin.”
O akşam yediği Azuki mamasından mıdır, bilinmez? Fakat Ochiyo, hızla iyileşmeye başlamış ve birkaç gün içinde tamamen iyileşmiş.
Ağanın konağındaki insanlar, pirinç ve azukinin çalındığını hemen fark etmişler. Ağa çok zenginmiş. Yahei'nin çalmış olduğu yiyecek ise çok az miktardaymış. Fakat her ihtimale karşı hırsızlık memura bildirilmiş.
Sonunda iyileşen Ochiyo, evden çıkıp, şarkılar söyleyerek top oynamaya başlamış. Şarkıda azuki yemeği yediğini ve çok lezzetli olduğunu söylemiş. Ochiyo’nun şarkısını yakındaki çiftçi duymuş.
Yine şiddetli yağmurlar başlamış. Yağmur hiç kesilmeden birkaç gün devam edince nehrin suyu yatağından taşacak seviyeye yükselmiş.
Köylüler çok kaygılanmış. Muhtarın evinde toplanmışlar. “Böyle yağmaya devam ederse yine köyümüzü sel alıp gütürecek! Ne yapalım?” diye, durumu aralarında tartışmışlar.
“Hitobashira kursak?” Köylülerin birisi önermiş bunu.
Hitobashira, afete maruz kalan insanların. Tanrı'ya kurban sunma âdedi imiş. Kurban olarak seçilen insanı canlı canlı toprağa gömüp, afetten kurtulmak için Tanrı'ya dua ettikleri eski korkunç âdet imiş. Canlı canlı gömülen insanları çoğunluğu ise bir kötülük yapmış olan suçlu kişiler imiş.
“Ama suçlu insan yok ki bu köyde..’” demiş muhtar.
“Muhtar.. Aslında bir suçlu var bu köyde de..’’ demiş bir çiftçi.
‘’Ne? Kim ki suçlu?’’
Çiftçi, oradakilere o gün duyduğu Ochiyo’nun şarkısını anlatmış.
“Fakir olan Yohei, azuki alamaz ki.. O çalmıştır ağanın konağından.”
O akşam Yahei ve Ochiyo yemek yerken, kapı çalınmış.
‘’Tak tak tak!!’’
“Yohei! Yohei ! Orada mısın?”
“Efendim. Buyurun.”
Yahei, kapıyı açmış. Kapının dışında adamlar varmış.
“Yahei! Sen geçen gün ağanın konağından azuki ve pirinç çaldın değil mi? Kızının söylediği şarkının sözleri açık seçik bir kanıttır!”
Ochiyo, babasının allak bullak olmuş yüzünü görmüş. Adamlar Yahei’nin kolunu tutmuş.
“Babacığım! Ne oldu?” demiş Ochiyo.
“Ochiyo, ben hemen gelirim, ağlamadan bekle beni, tamam mı?”
Yahei, ağlayan Ochiyo’ya yumuşak bir sesle bunları söylemiş.
“Babacığım! Babacığım!”
Yahei, ağlayan Ochiyo’yu arkasında bırakıp, kendisini almaya gelen adamlar tarafından götürülmüş. Bir daha da evine dönmemiş.
Yahei, hitobashira olarak nehrin kenarına gömülmüş.
Ochiyo, köydeki insanlardan babasının hitobashira olduğunu öğrenmiş. Kendisinin o gün söylediği şarkı yüzünden babasının suçlandığını duyunca ağlamaktan sesi kısılmış.
“Babacığım! Babacığım! Hepsi benim yüzünden oldu. Dilim tutulsaydı da, keşke o şarkıyı söylemeseydim...!!”
Ochiyo, günlerce ağlamış. Onun hıçkırıklara boğulması bütün köylüleri üzmüş.
Bir gün Ochiyo'nun ağlaması kesilmiş. Sadece ağlaması değil, sesi de gitmiş. O günden sonra Ochio, hiç birşey konuşmaz olmuş.
Aradan birkaç sene geçmiş. Ochiyo, büyümüş, yetişkin bir genç kız olmuş. Fakat yıllar boyunca hiç birşey konuşmamış.
Köylüler ise babası öldürüldüğü zaman Ochiyo'nun şok olup konuşamaz olduğunu düşünmüş.
Sonunda Ochiyo, insanların arasına hiç çıkmaz olmuş. Yıllarca hiç kimse Ochiyo’yu görmemiş.
Bir gün, bir avcı sülün avlamaya dağa gitmiş. Sülün ötmüş, avcı, sesin geldiği yere tüfeğini doğrultup tetiği çekmiş.
“Booom!”
Sülün vurulup yere düşmüş. Avcı otların arasından yol aça aça sülüne yaklaşmış, ama aniden durmuş.
Vurulan sülünü kucağına alan Ochiyo, üzgün üzgün sülünü süzüyormuş.
“Zavallı sülün..” demiş Ochiyo.
Avcı, onun uzun zamandır hiç kimsenin duymadığı sesini duyupca çok şaşırmış.
“Ochiyo... Sen konuşabiliyor muydun?”
Ochiyo, kucağındaki cansız sülüne üzgün bir ifadeyle şöyle demiş.
“Zavallı sülün... Ötmeseydin, vurulmazdın..”
Ochiyo, vurulan sülünü göğsüne bastırarak oradan gitmiş. O ansan sonra hiç kimse bir daha Ochiyo’yu görmemiş.
“Sülün ötmezse vurulmaz.”
Ochiyo’nun arkasında bıraktığı son söz o günden sonra ağızdan ağıza, dilden dile, kulaktan kulağa söylenegelmiş.
Azuki* kırmızı fasulye.
Sekihan ** azuki ile pirinçten yapılan Japonya'nın geleneksel yemeğidir. Genellikle kutlama yemeği olarak yapılır.
Video
http://www.dailymotion.com/video/xhpvta_0055-%E3%82%AD%E3%82%B8%E3%82%82%E9%B3%B4%E3%81%8B%E3%81%9A%E3%81%B0_creation
(Nagano ilinin masalı)
18 Şubat 2014 Salı
Dilsiz Serçe(舌切り雀)
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellâl iken ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, yaşlı bir çift varmış. Kadın cadalozun tekiymiş, huysuz ve cimriymiş. Kocası ise aksine yumuşak huyluymuş, sevecen ve eli çok açık biriymiş. Onların çocukları hiç olmamış. Yaşlı adam minik bir serçeyi kendi çocuğu gibi sevecenlikle besliyormuş.
Günlerden bir gün, yaşlı adam yine her zamanki gibi gün ağarmadan kalkıp, sabahın köründe dağa odun yapmaya gitmiş.
Karısına tembih etmeyi de ihmal etmemiş:
"Minik kuşumu yemlemeyi sakın unutma e mi!. ''
Sonra evden çıkıp, dağa yollanmış.
Fakat yaşlı kadın, mimik kuşun yemini vermeden dereye çamaşır yıkamaya gitmiş. Çamaşır kolasını mutfakta unuttuğunu farkedince, eve geri dönmüş. Bir de ne görsün? Kolasının kabının içinde yeller esiyormuş. Aç kalan minik serçe, kolasını silip süpürmüş. Minik serçenin perişan halinden çamaşır kolasının başına ne geldiğini anlayan yaşlı kadın çok hiddetlenmiş. O anda yaşlı kadının zalim damarı ortaya çıkmış. Minik serçeyi yakaladığı gibi, bir eliyle boğazını sıkmış. Zavallı serçenin dili dışarı fırlamış. Cadaloz kadın, "Bana kötülük yapan dil, bu dil mi, ha?!" diye diğer elindeki makasla, minik serçenin dilini kırt diye kesmiş. Bir yandan da söyleniyormuş.
"Haydi şimdi nereye uçmak istiyorsan uç git." diyerek zavallı serçeyi tuttuğu gibi dışarı fırlatmış.
Acı ve üzüntüden kahrolan minik serçe, "Acıyor.. Çok acıyor.." diyerek hazin bir ötüşle uçup gitmiş.
Hava kararmadan yaşlı adam eve dönmüş. ‘’ Offf, bugün çok yoruldum. Serçeciğim de acıkmıştır. Haydi yemek zamanı’’ demiş ve serçenin kafesinin kapağını açmış. Fakat kafesin içi boşmuş. Serçesini bulamayan yaşlı adam, karısına seslenmiş:
"Minik kuşum kafesinde yok. Bulamıyorum onu. Acaba hangi deliğe girdi?
Cadaloz kadın şöyle demiş:
"O kuş mu? Benim çamaşır kolasımı yalayıp yutmuş.. Pis şey!. Dilini kesince kaçtı gitti!.’’
Bunu duyan yaşlı adam, "Bu acımasızlığı nasıl yapabildin ona?" diye yazıklanmış, üzüntüden yüreği dağlanmış.
Adam, bütün gece serçesini düşünmüş. Nereye gittiğini merak etmiş. Sabahı dar etmiş, güneşin doğuşuyla beraber serçesini aramak için evden çıkmış. Yaşlı adam, bastonuyla yürüyebiliyormuş. Bastonuna dayana dayana serçesini aramaya başlamış. Bir yandan da serçesine sesleniyormuş:
‘’Dilsiz serçem, senin evin nerede? ‘’
Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş ve sonunda bir çalılığa gelmiş. Çalılığın içinden bir ses duymuş:
"Dilsiz serçen burada.."
Yaşlı adam duyduğu bu sese çok sevinmiş ve sesin geldiği yöne ilerlemiş. Çalılığın gölgesinde küçük ve beyaz bir yuva bulmuş. O zaman dili kesilmiş olan minik serçesi kapıyı açmış ve yaşlı adamı hoş karşılamış.
‘’Amcacığım, hoş geldiniz!’’ demiş.
‘’Aa.. iyi misin? Çok özledim seni.. O kadar özledim ki, seni bulmak için araya araya ta buralara kadar geldim.’’
‘’Çok sevindim ben de. Buyrun içeri geliniz."
Serçe böyle söyleyip, yaşlı adamın elinden tutarak onu içeri çekmiş. Sonra da yaşlı adamın önünde boynunu büküp, "Amcacığım, ben teyzeciğin çamaşır kolasını yedim. Çok özür dilerim. Bana kızmadan buraya kadar gelmenize de çok sevindim.’’ demiş.
Yaşlı adam ise, ‘’kolasının hiç önemi yok. Benim yokluğumda sana çok kötü şeyler yapılmış. Başına gelen bu talihsizlikler için ben özür diliyorum aslında. Ama şimdi seni yeniden görebildim ya.. Çok mutluyum."
Serçenin akrabaları ve arkadaşları yaşlı adamı görmeye gelmişler, hepsi de onu çok hoş karşılaşmış. Yaşlı adamın sevdiği yemekleri bol bol ikram etmişler, şarkılar ve danslarla gönlünü hoş tutmuşlar.
Zaman rüya gibi akıp geçerken, yaşlı adam evine dönmeyi unutmuş. Hava kararmaya başladığında yaşlı adamın evi aklına gelmiş. "Bugün sayenizde çok güzel bir gün geçirdim. Ama artık kalksam iyi olur. Güneş batmadan eve dönmeliyim." diyerek ayağa kalkmış. Tam çıkacakken, serçe, "Dışarısı çok ıssız oldu, isterseniz bu akşam burada kalabilirsiniz.’’ demiş.
Yaşlı adam çok duygulanmış. "Kalmayı ben de çok isterim, ama karım beni bekliyordur, gitmezsem meraklanır sonra. Onun için bugün evime döneceğim. Ama yine gelirim mutlaka.'' demiş.
‘’Tamam, o zaman size bir hediye vereceğim. Bir dakika!"
Serçe böyle söyler söylemez gözden kaybolmuş. Hemen sonra da iki sandık ile geri dönmüş.
‘’Amcacığım, bunlardan biri hafif, diğeri ise ağır sandıktır. Bir tanesini seçiniz. Hangisini isterseniz onu götürün.’’ demiş.
Yaşlı adam, ’Hem beni bütün gün ikrama boğdunuz, hem de giderken hediye veriyorsunuz ... Çok mahçup oldum. Ben yaşlıyım ve yolum da uzun.. Hafif olanı alacağım.’’ demiş. Hafif sandığı sırtlamış ve ‘’Ziyaretinize yine geleceğim." diyerek, oradan hüzünle ayrılmış.
Serçe, ‘’Güle güle amcacığım. Yine bekleriz. Yolunuz açık olsun.’’ deyip, kanatlarını çırpmış.
Güneş batmasına rağmen kocası dönmeyince, ‘’Nereye kayboldu bu adam?" diye yaşlı kadın kendi kendine söylenmiş. Derken adam, kapıyı açıp içeri girmiş.
"Nereye kayboldun? Neredeydin şimdiye kadar?’’ demiş kadın.
‘’Bu kadar aksilenmene gerek yok. Bugün minik serçemin evine gittim ve güzel zaman geçirdim. Güzel yemekler yedim ve serçelerin danslarını seyrettim. Hatta böyle güzel bir hediye de aldım.’’diyerek sandığı açmış. İçinden parlayan inciler, altınlar ve gümüşler çıkmış. Ikisi de çok şaşırmış. Kadın adamın dilini yoklamış, hadiseyi soruşturmuş.
’Yaşlı adam, "Ben oradan ayrılırken minik serçem, bana iki sandık gösterdi. Biri ağır, diğeri ise hafiftir. Hangisini istiyorsanız onu alın, dedi. Ben ise yaşlıyım ve yolum da uzun diye bu hafif sandığı seçtim. Ama bu kadar güzel olduğunu hiç beklemiyordum." diye neşeye durumu anlatmış.
Bu sözleri duyan yaşlı kadın asık bir suratla, "Ne kadar aptal bir adamsın! Neden ağır olanı seçmedin? Onu alsaydın daha çok hazine elimize geçmiş olurdu." diye kocasını azarlamış.
‘’O kadarını isteyemeyiz. Zaten bu kadar güzel şeyler var elimizde.. Yetmez mi?’’ demiş adam.
‘’Ne diyorsun sen be! Tamam seni biliyorum ben. Böyle şeyler senin gözünde önemsizdir. Aptalın tekisin sen, aptal! Ben şimdi hemen gidip ağır olanı alacağım." diyen cadaloz kadın, kocasının kendisini ikna çabasını peşinde bırakıp hemen yola çıkmış.
Dışarısı artık zifiri karanlıkmış ama yaşlı kadın, aklını çelen ağır sandığı o kadar çok istiyormuş ki, karanlıkta koştura koştura serçeyi aramaya başlamış. ‘’Dilsiz serçem, senin evin nerede?’’ diye seslenerek aramaya devam etmiş.
Az gitmiş Uz gitmiş dere tepe düz gitmiş ve sonunda yolu çalılık olan bir yere çıkmış. Derken çalılığın içinden:
‘’Dilsiz serçenin evi burada.’’ sesi gelmiş.
‘’Yaşasın!" deyip, sesin geldiği yöne doğru ilerlemiş.
Biraz ilerleyince, dilini kesmiş olduğu minik serçe, kapıyı açıp dışarı çıkmış. Cadaloz kadını görünce nazikçe, ‘’Teyzeciğim! Hoş geldininiz!" diyerek, onu, evin içine buyur etmiş. ‘’Buyurun bu tarafa..'’ diyerek, yaşlı cadalozun elinden tutup, onu mindere oturtmaya çalışmış. Ama yaşlı kadın, otururken hiç rahat değilmiş, sürekli etrafına bakınıp durmuş. Sonunda dayanamayıp, baklayı ağzından çıkarmış:
‘’Senin yüzünü gördüm, rahatladım. İşim bitti. Haydi hediyeyi ver, ben gideyim artık." demiş.
Serçe şaşırmış..
Yaşlı cadaloz tekrar, "Hediyemi ver! Gideyim.’’ demiş.
Serçe, ‘’Tamam teyzeciğim! O zaman biraz bekleyin. Şimdi getireceğim hediyenizi.’’ demiş. Odadan çıkmış. Az sonra elinde iki sandıkla odaya geri dönmüş.
‘’Burada bir hafif ve bir de ağır sandık var. Hangisini seçerseniz onu götürün.’’ demiş.
Cadaloz kadın, "Ben ağır olanı alayım.’’ der demez, ağır sandığı sırtladığı gibi, doğru dürüst vedalaşmadan oradan fırlayıp çıkmış.
Sandık çok ağırmış. Yaşlı kadın, sırtındaki ağırlığın altında ezilerek yoluna devam etmiş. Sevinçten sırıtarak hep sandığın içindekileri hayal etmiş. Ama sandık gittikçe daha da ağırlaşıyormuş. Yaşlı kadının omzu da, beli de yorgunluktan ağrımaya başlamış. Kadın güçlükle bir yandan da kendi kendine konuşuyormuş:
‘’Yükümün ağır olması normal. Demek ki içinde çok yüklü bir hazine var. Çok merak ediyorum, sandığın içinde ne var acaba? Şurada bir mola vereyim. Açıp içinde ne var, bakayım.’’ diye mırıldamış.
Yolun kenarındaki taşa oturmuş. Sandığı yere indirmiş ve kapağını açmış.
İçinde ne olduğu görünmüyormuş. İçinde parıldayan altın ve gümüşler de görünmüyormuş. Cadaloz kadın, iyice meraklanarak sandığın içine eğilmiş. Bir de ne görsün? Sandığın içinde kımıltılar varmış. Sandığın içi canavarlar, yılanlar, böceklerle kaynıyormuş. O anda sandıktan bir ses duyulmuş:
"Ne kadar açgözlü cadı’’ demiş alçak bir ses. O ses kadına dik dik bakarak yaklaşmış. Yaşlı kadının korkudan ödü patlamış, bağıra bağıra arkasına bakmadan kaçmış.
Günlerden bir gün, yaşlı adam yine her zamanki gibi gün ağarmadan kalkıp, sabahın köründe dağa odun yapmaya gitmiş.
Karısına tembih etmeyi de ihmal etmemiş:
"Minik kuşumu yemlemeyi sakın unutma e mi!. ''
Sonra evden çıkıp, dağa yollanmış.
Fakat yaşlı kadın, mimik kuşun yemini vermeden dereye çamaşır yıkamaya gitmiş. Çamaşır kolasını mutfakta unuttuğunu farkedince, eve geri dönmüş. Bir de ne görsün? Kolasının kabının içinde yeller esiyormuş. Aç kalan minik serçe, kolasını silip süpürmüş. Minik serçenin perişan halinden çamaşır kolasının başına ne geldiğini anlayan yaşlı kadın çok hiddetlenmiş. O anda yaşlı kadının zalim damarı ortaya çıkmış. Minik serçeyi yakaladığı gibi, bir eliyle boğazını sıkmış. Zavallı serçenin dili dışarı fırlamış. Cadaloz kadın, "Bana kötülük yapan dil, bu dil mi, ha?!" diye diğer elindeki makasla, minik serçenin dilini kırt diye kesmiş. Bir yandan da söyleniyormuş.
"Haydi şimdi nereye uçmak istiyorsan uç git." diyerek zavallı serçeyi tuttuğu gibi dışarı fırlatmış.
Acı ve üzüntüden kahrolan minik serçe, "Acıyor.. Çok acıyor.." diyerek hazin bir ötüşle uçup gitmiş.
Hava kararmadan yaşlı adam eve dönmüş. ‘’ Offf, bugün çok yoruldum. Serçeciğim de acıkmıştır. Haydi yemek zamanı’’ demiş ve serçenin kafesinin kapağını açmış. Fakat kafesin içi boşmuş. Serçesini bulamayan yaşlı adam, karısına seslenmiş:
"Minik kuşum kafesinde yok. Bulamıyorum onu. Acaba hangi deliğe girdi?
Cadaloz kadın şöyle demiş:
"O kuş mu? Benim çamaşır kolasımı yalayıp yutmuş.. Pis şey!. Dilini kesince kaçtı gitti!.’’
Bunu duyan yaşlı adam, "Bu acımasızlığı nasıl yapabildin ona?" diye yazıklanmış, üzüntüden yüreği dağlanmış.
Adam, bütün gece serçesini düşünmüş. Nereye gittiğini merak etmiş. Sabahı dar etmiş, güneşin doğuşuyla beraber serçesini aramak için evden çıkmış. Yaşlı adam, bastonuyla yürüyebiliyormuş. Bastonuna dayana dayana serçesini aramaya başlamış. Bir yandan da serçesine sesleniyormuş:
‘’Dilsiz serçem, senin evin nerede? ‘’
Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş ve sonunda bir çalılığa gelmiş. Çalılığın içinden bir ses duymuş:
"Dilsiz serçen burada.."
Yaşlı adam duyduğu bu sese çok sevinmiş ve sesin geldiği yöne ilerlemiş. Çalılığın gölgesinde küçük ve beyaz bir yuva bulmuş. O zaman dili kesilmiş olan minik serçesi kapıyı açmış ve yaşlı adamı hoş karşılamış.
‘’Amcacığım, hoş geldiniz!’’ demiş.
‘’Aa.. iyi misin? Çok özledim seni.. O kadar özledim ki, seni bulmak için araya araya ta buralara kadar geldim.’’
‘’Çok sevindim ben de. Buyrun içeri geliniz."
Serçe böyle söyleyip, yaşlı adamın elinden tutarak onu içeri çekmiş. Sonra da yaşlı adamın önünde boynunu büküp, "Amcacığım, ben teyzeciğin çamaşır kolasını yedim. Çok özür dilerim. Bana kızmadan buraya kadar gelmenize de çok sevindim.’’ demiş.
Yaşlı adam ise, ‘’kolasının hiç önemi yok. Benim yokluğumda sana çok kötü şeyler yapılmış. Başına gelen bu talihsizlikler için ben özür diliyorum aslında. Ama şimdi seni yeniden görebildim ya.. Çok mutluyum."
Serçenin akrabaları ve arkadaşları yaşlı adamı görmeye gelmişler, hepsi de onu çok hoş karşılaşmış. Yaşlı adamın sevdiği yemekleri bol bol ikram etmişler, şarkılar ve danslarla gönlünü hoş tutmuşlar.
Zaman rüya gibi akıp geçerken, yaşlı adam evine dönmeyi unutmuş. Hava kararmaya başladığında yaşlı adamın evi aklına gelmiş. "Bugün sayenizde çok güzel bir gün geçirdim. Ama artık kalksam iyi olur. Güneş batmadan eve dönmeliyim." diyerek ayağa kalkmış. Tam çıkacakken, serçe, "Dışarısı çok ıssız oldu, isterseniz bu akşam burada kalabilirsiniz.’’ demiş.
Yaşlı adam çok duygulanmış. "Kalmayı ben de çok isterim, ama karım beni bekliyordur, gitmezsem meraklanır sonra. Onun için bugün evime döneceğim. Ama yine gelirim mutlaka.'' demiş.
‘’Tamam, o zaman size bir hediye vereceğim. Bir dakika!"
Serçe böyle söyler söylemez gözden kaybolmuş. Hemen sonra da iki sandık ile geri dönmüş.
‘’Amcacığım, bunlardan biri hafif, diğeri ise ağır sandıktır. Bir tanesini seçiniz. Hangisini isterseniz onu götürün.’’ demiş.
Yaşlı adam, ’Hem beni bütün gün ikrama boğdunuz, hem de giderken hediye veriyorsunuz ... Çok mahçup oldum. Ben yaşlıyım ve yolum da uzun.. Hafif olanı alacağım.’’ demiş. Hafif sandığı sırtlamış ve ‘’Ziyaretinize yine geleceğim." diyerek, oradan hüzünle ayrılmış.
Serçe, ‘’Güle güle amcacığım. Yine bekleriz. Yolunuz açık olsun.’’ deyip, kanatlarını çırpmış.
Güneş batmasına rağmen kocası dönmeyince, ‘’Nereye kayboldu bu adam?" diye yaşlı kadın kendi kendine söylenmiş. Derken adam, kapıyı açıp içeri girmiş.
"Nereye kayboldun? Neredeydin şimdiye kadar?’’ demiş kadın.
‘’Bu kadar aksilenmene gerek yok. Bugün minik serçemin evine gittim ve güzel zaman geçirdim. Güzel yemekler yedim ve serçelerin danslarını seyrettim. Hatta böyle güzel bir hediye de aldım.’’diyerek sandığı açmış. İçinden parlayan inciler, altınlar ve gümüşler çıkmış. Ikisi de çok şaşırmış. Kadın adamın dilini yoklamış, hadiseyi soruşturmuş.
’Yaşlı adam, "Ben oradan ayrılırken minik serçem, bana iki sandık gösterdi. Biri ağır, diğeri ise hafiftir. Hangisini istiyorsanız onu alın, dedi. Ben ise yaşlıyım ve yolum da uzun diye bu hafif sandığı seçtim. Ama bu kadar güzel olduğunu hiç beklemiyordum." diye neşeye durumu anlatmış.
Bu sözleri duyan yaşlı kadın asık bir suratla, "Ne kadar aptal bir adamsın! Neden ağır olanı seçmedin? Onu alsaydın daha çok hazine elimize geçmiş olurdu." diye kocasını azarlamış.
‘’O kadarını isteyemeyiz. Zaten bu kadar güzel şeyler var elimizde.. Yetmez mi?’’ demiş adam.
‘’Ne diyorsun sen be! Tamam seni biliyorum ben. Böyle şeyler senin gözünde önemsizdir. Aptalın tekisin sen, aptal! Ben şimdi hemen gidip ağır olanı alacağım." diyen cadaloz kadın, kocasının kendisini ikna çabasını peşinde bırakıp hemen yola çıkmış.
Dışarısı artık zifiri karanlıkmış ama yaşlı kadın, aklını çelen ağır sandığı o kadar çok istiyormuş ki, karanlıkta koştura koştura serçeyi aramaya başlamış. ‘’Dilsiz serçem, senin evin nerede?’’ diye seslenerek aramaya devam etmiş.
Az gitmiş Uz gitmiş dere tepe düz gitmiş ve sonunda yolu çalılık olan bir yere çıkmış. Derken çalılığın içinden:
‘’Dilsiz serçenin evi burada.’’ sesi gelmiş.
‘’Yaşasın!" deyip, sesin geldiği yöne doğru ilerlemiş.
Biraz ilerleyince, dilini kesmiş olduğu minik serçe, kapıyı açıp dışarı çıkmış. Cadaloz kadını görünce nazikçe, ‘’Teyzeciğim! Hoş geldininiz!" diyerek, onu, evin içine buyur etmiş. ‘’Buyurun bu tarafa..'’ diyerek, yaşlı cadalozun elinden tutup, onu mindere oturtmaya çalışmış. Ama yaşlı kadın, otururken hiç rahat değilmiş, sürekli etrafına bakınıp durmuş. Sonunda dayanamayıp, baklayı ağzından çıkarmış:
‘’Senin yüzünü gördüm, rahatladım. İşim bitti. Haydi hediyeyi ver, ben gideyim artık." demiş.
Serçe şaşırmış..
Yaşlı cadaloz tekrar, "Hediyemi ver! Gideyim.’’ demiş.
Serçe, ‘’Tamam teyzeciğim! O zaman biraz bekleyin. Şimdi getireceğim hediyenizi.’’ demiş. Odadan çıkmış. Az sonra elinde iki sandıkla odaya geri dönmüş.
‘’Burada bir hafif ve bir de ağır sandık var. Hangisini seçerseniz onu götürün.’’ demiş.
Cadaloz kadın, "Ben ağır olanı alayım.’’ der demez, ağır sandığı sırtladığı gibi, doğru dürüst vedalaşmadan oradan fırlayıp çıkmış.
Sandık çok ağırmış. Yaşlı kadın, sırtındaki ağırlığın altında ezilerek yoluna devam etmiş. Sevinçten sırıtarak hep sandığın içindekileri hayal etmiş. Ama sandık gittikçe daha da ağırlaşıyormuş. Yaşlı kadının omzu da, beli de yorgunluktan ağrımaya başlamış. Kadın güçlükle bir yandan da kendi kendine konuşuyormuş:
‘’Yükümün ağır olması normal. Demek ki içinde çok yüklü bir hazine var. Çok merak ediyorum, sandığın içinde ne var acaba? Şurada bir mola vereyim. Açıp içinde ne var, bakayım.’’ diye mırıldamış.
Yolun kenarındaki taşa oturmuş. Sandığı yere indirmiş ve kapağını açmış.
İçinde ne olduğu görünmüyormuş. İçinde parıldayan altın ve gümüşler de görünmüyormuş. Cadaloz kadın, iyice meraklanarak sandığın içine eğilmiş. Bir de ne görsün? Sandığın içinde kımıltılar varmış. Sandığın içi canavarlar, yılanlar, böceklerle kaynıyormuş. O anda sandıktan bir ses duyulmuş:
"Ne kadar açgözlü cadı’’ demiş alçak bir ses. O ses kadına dik dik bakarak yaklaşmış. Yaşlı kadının korkudan ödü patlamış, bağıra bağıra arkasına bakmadan kaçmış.
13 Şubat 2014 Perşembe
Manjudan korkuyorum.(饅頭怖い)(Fıkra)
Bir şehirde birkaç adam biraraya toplanmış lafazanlık ediyormuş. Aniden koşa koşa onlara doğru gelen bir adam görmüşler. Adam, "Yardım ediiiin!" diye bağırırken korkudan tir tir titriyormuş.
"Ne oldu? Nedir bu halin?" diye sormuşlar.
Adam, ‘’ Arkamdan manju*cu geliyor! demiş.
Adamlar. "Ne? Manjucu mu? Ne var ki bunda?" demişler.
Adam zangır zangır titreyerek, "Ben manjudan çok korkuyorum. Aha! İşte geliyor! Hadi beni saklayın!’’ demiş.
Adamlar hemen onu yakındaki köşke saklamışlar.
Ama içlerinde yaramazlık seven biri varmış.
"Çok tuhaf bir herif! Ben onu korkutacağım!’’ diyerek, bir hinlik düşünmüş. Manjucudan bir tepsi dolusu manju alıp, hepsini köşkün içine atıvermiş. Kulağını dikip içerden gelecek sesi beklemeye başlamış. Ama içerden çıt çıkmamış..
"Yoksa korkudan bayıldı mı acaba?’’ diye kapıyı açmışlar.
Bir de ne görsünler, adam manjunun hepsini iştahla yemiş, ne varsa silip süpürmüş. Kapıdan şaşkın şaşkın kendisine bakakalan adamlara gülümseyerek dudağındaki anko*yu yalanmış.
Adamlar, ‘’Seni korkutmak istedik. İçeri attığımız manjulardan korkacağını sanmıştık. Korkmuyor muydun?’’ diye sormuş.
Adam, aniden titremeye başlamış ve şöyle demiş:
"Şimdi artık çaydan korkuyorum!’’
Manju*=饅頭。 Çin tatlısı olan manto köklü Japon tatlısı. Undan yapılan hamurla anko*yu sarmakla yapılır.
Anko*=餡子。 Şekerli fasülye ezmesi, küçük kırmızı fasülyeden yapılır.
31 Ocak 2014 Cuma
Altın Patlıcan(金のなすび)
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir hükümdar ve onun dünyalar güzeli bir karısı varmış.
Kraliçe hamileymiş. Ama hükümdarın bundan haberi yokmuş.
Bir gün sarayda şölen verilmiş. Bütün ileri gelenler davet edilmiş. Hükümdar ve
kraliçe tahtlarına kurulmuş, şölen başlamış. Fakat herkesi kıkır kıkır güldüren, hükümdarı ise küplere bindiren bir şey olmuş. Kraliçe,"pırrrttt!.." diye osurmuş...
Öfkeyle burnundan soluyan hükümdar, Kraliçe'yi çın çın öten sesiyle azarlamış:
"Küstah! Terbiyesiz! Sen Kraliçem olmaya layık değilsin. Seni saraydan sürgüne göndereceğim." diye kükremiş.. Karısını bir daha affetmeyen hükümdar, Kraliçe'yi sürgün adasına yollamış.
Kraliçe sürgünde doğurmuş, bir oğlu olmuş. Yoksulluk içindeki kraliçe, yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş, oğlunu çile içinde büyütmüş.
Oğul, adadaki diğer çocuklarla oynarken, babasız olduğu için alay ediliyor, hoyratça iitilip kakılıyormuş. Bu aşağılanmalara katlanamadığı bir gün annesine gitmiş ve babasını sormuş.
Annesi gerçeği oğlundan artık saklamamış. Babasının hükümdar olduğunu söylemiş. Kendisinin de kraliçe olduğunu, Sarayda verilen şölen esnasında kendisini tutamayıp herkesin içinde osurduğu için de sürgüne yollandığını bir bir anlatmış.
Oğul, gerçeği öğrenince bu durumu kabullenemeyeceğini anlamış.
"Ben babamın hükümdar olduğunu bilmeden büyüdüm. Ama annem Kraliçe idi. Hiçbir suçu yokken, yoksulluk ve yalnızlık içinde bir hayata mahkum oldu. Bu anneme de, bana da büyük haksızlık. Biz neden sürgündeki bu yoksul hayatı sürdürmek zorundayız ki?" diye düşündükçe isyanı kabarmış.
Enine boyuna düşünüp taşındıktan sonra, bir karara varmış. Almış olduğu kararı annesine bildirmiş:
"Anne, ben yola çıkıyorum. Babamla görüşeceğim" deyip, yanına patlıcan fideleri alarak yola koyulmuş.
Adadan tek başına kayıkla ayrılmış, denizi aşıp karşı kıyıya varmış. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Nihayet surlarla çevrili kalenin olduğu şehre varmış. Bağıra çağıra patlıcan fidelerini satmaya başlamış: "Duyduk duymadık demeyiin, altın patlıcan fidesi satıyorum. Altın patlıcan fidesi vaaar."
Şehirde altın patlıcan fidesi satan yabancı bir satıcının varlığı anında hükümdara bildirilmiş. Hükümdar altın fideyi ve satıcısını görmek istemiş ve buyruk vermiş:
"Derhal o satıcıyı huzuruma getirin!"
Oğul, yaka paça derhal hükümdarın huzuruna çıkarılmış.
Hükümdar:"Bu sattığın fideler altın patlıcan mı olacak, bu doğru mu?" diye sormuş. "Ben böyle bir şeyi daha önce ne duydum, ne de gördüm. Bu fideleri büyütmek istersem eğer, nasıl büyüteceğim? Isteyen herkesin yapabileceği bir iş midir bu?" demiş.
Oğul şöyle cevap vermiş:
"Maalesef hayır, hükümdarım! Herkes bu fideleri büyütemez. Bu patlıcan fidelerini büyütebilmenin püf noktası şudur. Hayatında bir kez olsun osurmamış bir kişi bu fideleri büyütebilir. Sedece hiç osurmamış bir kişi büyütürse bu fideler altın patlıcan verebilir." demiş.
Bu sözleri duyan herkes kıkırdamış. Padişahın karşısında kahkahalarla gelmemek için kendilerini zor tutuyorlarmış.
Hükümdar ise kızmış. Sarayın her köşesinde çın çın öten sesiyle kükremiş:"Saçma sapan konuşma. Hiç osurmayan insan olur muymuş? Herkes osurur bu dünyada. Yıkıl karşımdan. Eğer bir sahtekar isen, sattığın şey sahte ise seni cezalandıracağım." diye bağırmış.
"Yani... Sizin uyruğunuz altındaki herkes rahatça osurabilir mi diyorsunuz? Bu ülkede osurmak suç değil mi, diyorsunuz." demiş, oğul.
"Osuruğun cezalandırılması gibi bir saçmalık da nereden aklınıza düşer? Öyle küçük, ossuruktan şeyleri cezalandırırsam bu ülkenin çivisi çıkar." diye cevap vermiş, Hükümdar.
"Hımm! Fakat hükümdarım, benim annem küçücük bir pırt yaptı diye sarayınızdan uzaklaştırıldı, sürgün adasına yolandı. Onu unuttunuz mu?" demiş, Oğul.
Hükümdar, bu sözleri duyunca şaşırmış. Genç adamı dikkatle süzmeye başlamış. Ve o zaman farketmiş ki, karşısında duran genç adamın gözleri ve burnu tıpatıp kendi gözleri ve burnuymuş. Gerçeği bir anda anlamış. Varlığını o anda öğrendiği oğlunun, "Altın patlıcan" hikayesini niçin uydurduğunu kavramış. Ve genç adamı karşısına alarak her şeyi anlatmasını istemiş. Karısını saraydan sürdükten sonra olan biten herşeyi öğrenmiş.
Sonra da şöyle demiş: "Oğlum, hepsi benim suçum. Size yaşatmış olduğum bütün o sıkıntılar ve üzüntüler için beni bağışla!. Artık bütün bu acılar geride kalsın. Gidip karımı alalım, saraya getirelim." demiş ve oğluna sarılıp onu sımsıkı kucaklamış.
Onlar hep beraber mutlu kutlu bir yaşam sürmüşler.
8 Ocak 2014 Çarşamba
Dağa Terkedilen Yaşlı Kadın(姥捨て山)
Çok eski çağlarda, ihtiyarlardan nefret eden bencil bir hükümdar vardı.
Hükümdarın katı yargısına göre, ihtiyarlar hiç işe yaramazdı, onlar sadece çalışmadan yiyen tüketicilerdi.
Hükümdar, günlerden bir gün, ülkenin her köşesine tabelalar kurulmasını buyruk verdi. Tabelalarda hükümdarın şu fermanı yazılıydı:
"60 yaşını geçen bütün ihtiyarlar dağa götürülüp, terkedilecektir. Her kim bu fermanı uygulamaz ise, ailesiyle birlikte idam edilecektir."
Herkes ailesinin başına geleceklerden korktuğu için, hükümdarın bu fermanını çaresiz uygulamak zorunda kaldı.
Bu ülkede genç bir adam vardı, onun da annesi yaşlıydı.
Anacığı bir gün oğluna şunları söyledi:
"Evladım, ben yaşlandım artık, 60 yaşındayım. Hadi, beni götür, dağa bırak.
‘’Hayır anne. Öyle acımasızlığı asla yapamam.’
"Kapı komşumuz teyze de, karşı komşumuz amca da götürülüp dağa bırakılmış. Onun için sen de dert etme bunu." Anacığı nazikçe böyle söylemiş.
Oğul ertesi gün isteksizce annesini sırtlayarak dağın yolunu tuttu.
Annesi o kadar zayıf, o kadar çelimsizdi ki, kuş gibi hafif olan anacığını dağa terkedeceğini düşündükçe acıdan içi burkuldu.
Annesi ise eve dönecek oğlunu düşünüyordu, geri dönüş yolunu kaybetmesin diye kopardığı dalları işaret olarak yola atıyordu.
Dağa tırmandıkça genç adamın annesiyle olan hatıraları aklına düştü, anılar bir bir gözünün önünde canlandı.
Sonunda ayrılacakları yere vardılar. Genç adam, anacığını sırtından indirdi.
Annesi yanında getirdiği hasırı yere sererek üstüne bağdaş kurdu.
"Hadi oğlum, hava kararmadan yola koyul, yoksa geri dönemezsin. Yolun uzun." dedi annesi. Yaşlı kadıncağız bu durumda dahi sadece oğlunu düşünüyordu. O üzülmesin diye gülümseyerek sakin sakin oturuyordu.
Genç adam, için için ağlayarak anacığından ayrıldı, arkasına bakmamaya çalışarak geldiği yoldan geri dönmeye başladı.
Az sonra kar yağmaya başladı. Genç adamın aklı ise annesindeydi. Annesinin hatıraları aklını, ruhunu, yüreğini kaplamıştı.
"Karın altında annem şimdi üşüyordur. Zifiri karanlıkta buz gibi soğukta yapayalnız ölümü bekliyor.."
Bu düşünceyle olduğu yerde mıhlandı kaldı, artık bir adım daha atamadı. Hızla geri dönüp, "Anne!.. Anne!.." diye seslenerek koşmaya başladı.
Annesi hasırın üzerinde bağdaş kurmuş dua ediyordu. Oğlunun sesini duyup, karşısında onu görünce şaşırdı. Yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı...
Ana-oğul hıçkırıklar içinde ağlaşıyordu.
Genç adam annesini sırtlayıp eve döndü. Annesini evin bodrumuna sakladı.
Aradan birkaç gün geçti. Hükümdar, köylülere acayip sorular buyurdu. Hiç kimse cevap veremedi. Genç adam eve döndüğünde olanları annesine anlattı.
"Anne, külden halat yapın, diyor hükümdarımız. Bu meseleyi çözemezsek, vergimiz artırılacakmış. Çok uğraştım, ama yapamadım."
‘’Çok kolay. Öğreteyim sana."
Oğul, annesinin tembihlerine uyarak, önce hasırdan halat yaptı, sonra onu tuzlu suyun içine yatırdı, en sonunda da halatı kurutup yaktı.
Genç adam, onu dikkatli bir şekilde hükümdara götürdü.
(Hükümdar hoşnutluğunu saklamadı.)
"Güzel!. O zaman bu kez biraz daha zor bir soru çıkarayım. Burada bir sopa var. Hangi ucu kök, hangi ucu dal, cevap vermek için bir günün var.
Genç adam, yine annesine sordu. Annesi şöyle dedi:
"Suyla dolu bir kova getir. Sopayı suya sok. Suyun içine batan ucu köktür, yüzeyde kalan ucu daldır.
Genç adam, bu cevabı hükümdara götürdü. Hükümdar duydukları karşısında sevindi ve genç adamı övdü.
"Güzeel!. O zaman son olarak en zor soruyu soracağım. Tokmak vurmadan ses çıkaran bir davul yapıp getir."
Genç adam, bu imkansız diye üzüldü, umutsuzluğa kapıldı. Davulu eve götürdü ve yine annesinden medet umdu.
"Kolay, oğlum. Dağdan bir düzine kadar arı getir önce."
Genç adam arılarla dönünce, annesi, davulun derisini bir noktasından hafifçe aralayarak, arıları içine saldı. Davulun içine hapsolan arılar vızıldayarak dönmeyen başladı. Böylece davuldan güzel sesler çıkmaya başladı.
Genç adam vızıldayan davulu alıp hükümdarın karşısına çıktı.
‘’Çok güzel. Hepsini sen mi çözdün?’’ diye sordu hükümdar.
"Hünkarım, doğrusunu bilmek isterseniz, size işin aslını söyleyeyim. Bu problemleri çözen kişi annemdir. Siz, yaşlılarımızı dağa terketmemizi buyurdunuz. Ama ben bunu yapamadım... Annemi sakladım. Yaşlı insanlar bedenen güçten düşmüş olsalar da, gençlere yol gösterecek bilgi ve tecrübeye sahiptirler.
Bu söz karşısında hükümdar biraz düşündü. Sonra da şöyle dedi:
"Bu düşünce çok doğru.. Ben yanlış yaptım. Bu andan itibaren yaşlı insanları dağa terketme buyruğumu hükümsüz kılıyorum.
Sonra, hükümdar, yeni bir ferman çıkararak, yaşlılara mutlak surette saygı gösterilmesini buyurdu.
Hükümdarın katı yargısına göre, ihtiyarlar hiç işe yaramazdı, onlar sadece çalışmadan yiyen tüketicilerdi.
Hükümdar, günlerden bir gün, ülkenin her köşesine tabelalar kurulmasını buyruk verdi. Tabelalarda hükümdarın şu fermanı yazılıydı:
"60 yaşını geçen bütün ihtiyarlar dağa götürülüp, terkedilecektir. Her kim bu fermanı uygulamaz ise, ailesiyle birlikte idam edilecektir."
Herkes ailesinin başına geleceklerden korktuğu için, hükümdarın bu fermanını çaresiz uygulamak zorunda kaldı.
Bu ülkede genç bir adam vardı, onun da annesi yaşlıydı.
Anacığı bir gün oğluna şunları söyledi:
"Evladım, ben yaşlandım artık, 60 yaşındayım. Hadi, beni götür, dağa bırak.
‘’Hayır anne. Öyle acımasızlığı asla yapamam.’
"Kapı komşumuz teyze de, karşı komşumuz amca da götürülüp dağa bırakılmış. Onun için sen de dert etme bunu." Anacığı nazikçe böyle söylemiş.
Oğul ertesi gün isteksizce annesini sırtlayarak dağın yolunu tuttu.
Annesi o kadar zayıf, o kadar çelimsizdi ki, kuş gibi hafif olan anacığını dağa terkedeceğini düşündükçe acıdan içi burkuldu.
Annesi ise eve dönecek oğlunu düşünüyordu, geri dönüş yolunu kaybetmesin diye kopardığı dalları işaret olarak yola atıyordu.
Dağa tırmandıkça genç adamın annesiyle olan hatıraları aklına düştü, anılar bir bir gözünün önünde canlandı.
Sonunda ayrılacakları yere vardılar. Genç adam, anacığını sırtından indirdi.
Annesi yanında getirdiği hasırı yere sererek üstüne bağdaş kurdu.
"Hadi oğlum, hava kararmadan yola koyul, yoksa geri dönemezsin. Yolun uzun." dedi annesi. Yaşlı kadıncağız bu durumda dahi sadece oğlunu düşünüyordu. O üzülmesin diye gülümseyerek sakin sakin oturuyordu.
Genç adam, için için ağlayarak anacığından ayrıldı, arkasına bakmamaya çalışarak geldiği yoldan geri dönmeye başladı.
Az sonra kar yağmaya başladı. Genç adamın aklı ise annesindeydi. Annesinin hatıraları aklını, ruhunu, yüreğini kaplamıştı.
"Karın altında annem şimdi üşüyordur. Zifiri karanlıkta buz gibi soğukta yapayalnız ölümü bekliyor.."
Bu düşünceyle olduğu yerde mıhlandı kaldı, artık bir adım daha atamadı. Hızla geri dönüp, "Anne!.. Anne!.." diye seslenerek koşmaya başladı.
Annesi hasırın üzerinde bağdaş kurmuş dua ediyordu. Oğlunun sesini duyup, karşısında onu görünce şaşırdı. Yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı...
Ana-oğul hıçkırıklar içinde ağlaşıyordu.
Genç adam annesini sırtlayıp eve döndü. Annesini evin bodrumuna sakladı.
Aradan birkaç gün geçti. Hükümdar, köylülere acayip sorular buyurdu. Hiç kimse cevap veremedi. Genç adam eve döndüğünde olanları annesine anlattı.
"Anne, külden halat yapın, diyor hükümdarımız. Bu meseleyi çözemezsek, vergimiz artırılacakmış. Çok uğraştım, ama yapamadım."
‘’Çok kolay. Öğreteyim sana."
Oğul, annesinin tembihlerine uyarak, önce hasırdan halat yaptı, sonra onu tuzlu suyun içine yatırdı, en sonunda da halatı kurutup yaktı.
Genç adam, onu dikkatli bir şekilde hükümdara götürdü.
(Hükümdar hoşnutluğunu saklamadı.)
"Güzel!. O zaman bu kez biraz daha zor bir soru çıkarayım. Burada bir sopa var. Hangi ucu kök, hangi ucu dal, cevap vermek için bir günün var.
Genç adam, yine annesine sordu. Annesi şöyle dedi:
"Suyla dolu bir kova getir. Sopayı suya sok. Suyun içine batan ucu köktür, yüzeyde kalan ucu daldır.
Genç adam, bu cevabı hükümdara götürdü. Hükümdar duydukları karşısında sevindi ve genç adamı övdü.
"Güzeel!. O zaman son olarak en zor soruyu soracağım. Tokmak vurmadan ses çıkaran bir davul yapıp getir."
Genç adam, bu imkansız diye üzüldü, umutsuzluğa kapıldı. Davulu eve götürdü ve yine annesinden medet umdu.
"Kolay, oğlum. Dağdan bir düzine kadar arı getir önce."
Genç adam arılarla dönünce, annesi, davulun derisini bir noktasından hafifçe aralayarak, arıları içine saldı. Davulun içine hapsolan arılar vızıldayarak dönmeyen başladı. Böylece davuldan güzel sesler çıkmaya başladı.
Genç adam vızıldayan davulu alıp hükümdarın karşısına çıktı.
‘’Çok güzel. Hepsini sen mi çözdün?’’ diye sordu hükümdar.
"Hünkarım, doğrusunu bilmek isterseniz, size işin aslını söyleyeyim. Bu problemleri çözen kişi annemdir. Siz, yaşlılarımızı dağa terketmemizi buyurdunuz. Ama ben bunu yapamadım... Annemi sakladım. Yaşlı insanlar bedenen güçten düşmüş olsalar da, gençlere yol gösterecek bilgi ve tecrübeye sahiptirler.
Bu söz karşısında hükümdar biraz düşündü. Sonra da şöyle dedi:
"Bu düşünce çok doğru.. Ben yanlış yaptım. Bu andan itibaren yaşlı insanları dağa terketme buyruğumu hükümsüz kılıyorum.
Sonra, hükümdar, yeni bir ferman çıkararak, yaşlılara mutlak surette saygı gösterilmesini buyurdu.
15 Aralık 2013 Pazar
Kar Kadın (雪女)
Evvel zaman içinde, Musashi’deki bir köyde adları Mosaku ve Minokichi olan iki oduncu yaşıyordu.
Mosaku, yaşlıydı. Minokichi ise genç bir adamdı ve Mosaku'nun yardımcısıydı.
Kar yağışı tipiyle dönmüştü. Bastıran tipi nedeniyle o gece eve dönmekten vazgeçip, geceyi yakınlardaki bir kulübede geçirmeye karar verdiler.
Kadın, bu kez Minokichi'ye yöneldi. Dondurcu nefesini üflemek için Minokichi'nin yüzüne eğildi. Bir süre Minokichi'ye bakakaldı.
Sonra şöyle dedi.
‘’Seni de o ihtiyar gibi öldürecektim, ama sen öyle genç ve güzelsin ki, o yüzden öldürmeyeceğim. Fakat, bu geceki olayları başkasına söylersen öleceksin..’’
Birkaç sene sonra, Minokichi, ‘’Oyuki’’ adlı güzel ve narin bir kadınla kavuştu. Onlar âşk oldu ve evlendiler.
On tane çocukları oldu. Oyuki çalışkan ve nazikti, ama ne garip ki, yıllar akıp geçse de hiç yaşlanmadı.
Bir gece, çocuklarını yatırdıktan sonra, Minikichi şöyle dedi:
Mosaku, yaşlıydı. Minokichi ise genç bir adamdı ve Mosaku'nun yardımcısıydı.
Karlı bir kış günüydü.
Kar yağışı tipiyle dönmüştü. Bastıran tipi nedeniyle o gece eve dönmekten vazgeçip, geceyi yakınlardaki bir kulübede geçirmeye karar verdiler.
Sığındıkları kulübe sanki başlarına yıkılacak gibi harap haldeydi. Fakat onları o gece o yoğun tipiden ve insanın iliklerini donduran soğuktan korumuştu.
Minokichi, gece yarısı içeriye doluşan buz gibi rüzgârın yüzüne sertçe çarpmasıyla uyandı.
Görgükleri karşısında buz kesildi.
Yanında uyumakta olan Mosaku'ya beyaz kimonolu güzel bir kadın, tıpkı kimonosu gibi karbeyazı nefesini üflüyordu.
Mosaku, donup öldü.
Minokichi, gece yarısı içeriye doluşan buz gibi rüzgârın yüzüne sertçe çarpmasıyla uyandı.
Görgükleri karşısında buz kesildi.
Yanında uyumakta olan Mosaku'ya beyaz kimonolu güzel bir kadın, tıpkı kimonosu gibi karbeyazı nefesini üflüyordu.
Mosaku, donup öldü.
Kadın, bu kez Minokichi'ye yöneldi. Dondurcu nefesini üflemek için Minokichi'nin yüzüne eğildi. Bir süre Minokichi'ye bakakaldı.
Sonra şöyle dedi.
‘’Seni de o ihtiyar gibi öldürecektim, ama sen öyle genç ve güzelsin ki, o yüzden öldürmeyeceğim. Fakat, bu geceki olayları başkasına söylersen öleceksin..’’
Birkaç sene sonra, Minokichi, ‘’Oyuki’’ adlı güzel ve narin bir kadınla kavuştu. Onlar âşk oldu ve evlendiler.
On tane çocukları oldu. Oyuki çalışkan ve nazikti, ama ne garip ki, yıllar akıp geçse de hiç yaşlanmadı.
Bir gece, çocuklarını yatırdıktan sonra, Minikichi şöyle dedi:
''Seni böyle gördükçe, 18 yaşında yaşadığım garip bir olayı hatırlıyorum.
O gece gördüklerim tüyler ürperticiydi. Ama gerçek ile hayal şimdi birbirine karıştı. O gece gerçek miydi, yoksa hayal miydi, artık hiç bilemiyorum.''
Minokichi, böyle deyince Oyuki, birdenbire ayağa kalktı ve şöyle dedi.
''Gördüklerin gerçekti. O gördüğün kadın benim.
Ben o zaman seni uyarmıştım. Gördüklerini söyleyecek olursan ölürsün, demiştim.
Ama yanımızda uyuyan tatlı çocuklarımıza baktığımda nasıl.. öldürebilirim seni?
Çocuklarımıza iyi bak...’’
Bu sözler onun son sözü oldu.
Oyuki’nin vucüdü hızla eriyip bayaz sis oldu ve pencereden süzülerek çıktı gitti. Oyuki'yi bir daha gören olmadı.
''Gördüklerin gerçekti. O gördüğün kadın benim.
Ben o zaman seni uyarmıştım. Gördüklerini söyleyecek olursan ölürsün, demiştim.
Ama yanımızda uyuyan tatlı çocuklarımıza baktığımda nasıl.. öldürebilirim seni?
Çocuklarımıza iyi bak...’’
Bu sözler onun son sözü oldu.
Oyuki’nin vucüdü hızla eriyip bayaz sis oldu ve pencereden süzülerek çıktı gitti. Oyuki'yi bir daha gören olmadı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)