23 Kasım 2014 Pazar

Uzun Saçlı Prenses(髪長姫)

Evvel zaman içinde Kino ülkesi*nde balıkçı bir çift yaşarmış. Çocuk özlemi ile yanıp tutuşan bu genç çiftin çocukları olmuyormuş. Aylar mevsimleri, mevsimler yılları kovalamış, bir gün balıkçı adama mutlu haber verilmiş, eşi hamile imiş. Günü gelince balıkçı kadın doğum yapmış. Bir kız çocukları dünyaya gelmiş. Balıkçı karı-koca bir çocuk sahibi oldukları için mutluluktan havaya uçuyormuş. Ama bu mutluluklarına bir gölge düşmüş, çocuklarının saçı bitmiyormuş. Çocuklarının saçının çıkmasını yıllar boyunca umutla bekleyip durmuşlar. Küçük kızın saçı hiç çıkmamış. Balıkçı çift bu garip duruma bir anlam verememişler. Kızlarının saçlarının hiç bitmeyebileceğini düşündükçe de üzüntüden kahroluyorlarmış.
Aylar mevsimleri, mevsimler yılları kovalamış. Bir gün ufukta garip bir ışık belirmiş. Kıyıdan izleyen insanlar çok parlak bir ışık yayan bu şeyin ne olduğunu bilemedikleri için çok korkmuşlar. O ışık o andan sonra orada hep beliriyormuş. Geçimlerini balıkçılık yaparak sağlayan yöre halkını büyük bir korku sarmış, çünkü kaynağı belirsiz bir muamma olarak kalan o ışık, zaman zaman çok güçlü bir parlaklık yayıyormuş. O zaman fırtına çıkıyormuş ve balıklar ortadan çekiliyormuş. Balıkçılar artık balık tutamaz olmuş. Orası küçük bir balıkçı köyüymüş. Balık tutamadıkları zaman aç kalıyorlarmış.
Minik kızın anne-babası da bu garip ışığın sebebini merak etmişler. Bu olayların kel kızlarıyla bir ilişkisi olup olmadığını düşünmeden edememişler. Eğer minik kızlarının saçı bitmediği için köyleri cezalandırılıyorlarsa, Tanrı'dan affedilmeleri için bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünmüşler. Köylülerin denize açılmadığı bir gün, ışığın parladığı ufka gitmeye karar vermişler. Kayıkla denize açılarak, ışığa doğru kürek çekmeye başlamışlar. Işığa yaklaştıklarında yeniden büyük bir fırtına çıkmış. Çok korkmuşlar fakat geri dönmemişler. Sonunda o ışığın parladığı noktaya gelebilmişler. Işık denizin dibinden geliyormuş.
Anne, beline bir halat bağlamış, halatın ucunu ise kocasına vermiş. Korkudan ödü patlıyormuş fakat yine de fırtınalı denize dalmış. Deniz çok dalgalanmış. Anne, denizin dibine doğru dalmaya çalışırken çok güçlü parlaklık yayan o ışığı görmüş ve oraya dalmış. Işığın kaynağını görünce hayretler içinde kalmış. Denizin dibinde çok küçük bir Kan-non heykeli** varmış, o büyük ışık kaynağı o küçücük heykelcik imiş. Anne, bu kadar küçük heykelin yaydığı güçlü ışığa şaşırırken, Kan-non'un, kendi varlığını fark ettirmek için böyle parlak bir ışık saçtığını düşünmüş.
Anne, dibe dalarak Kan-non'u eline almış, kucaklayıp yukarı çıkmaya başlamış. Birden bire bir kayanın arkasına saklanmış olan büyük bir Müren balığının saldırısına uğramış. Kaçmaya çalışmış ama Müren balığı vücuduna dolandığı için hareket edememiş. Kayıktaki kocası, haladın aniden sert bir şekilde çekildiğini fark edince, aşağıda ters bir şeylerin olduğunu anlamış ve denize dalmış, dibe inmiş. O zaman karısına saldıran Müren balığını görmüş, can havliyle sevgili karısını kurtarmaya çalışmış. Kemerine takılı kılıfından avcı bıçağını çıkarıp Müren balığı ile savaşmaya başlamış. Balıkçı Müren balığı ile savaşırken serbest kalan karısı, kendisine "Git" diye işaret eden kocasını arkada bırakıp, kaçarak suyun yüzeyine çıkmış. Yüreği güm güm çarparak kocasının suyun yüzeyine çıkmasını beklemiş. Ama vakit geçtikçe acı gerçek karşısında kocasından ümidini kesmiş. Müren balığı balıkçıya dolanarak onu daha da derinlere sürüklemiş. Balıkçı son nefesini denizin dibinde vermiş.
Anne, kucağında heykel ile kıyıya dönmüş. Kayıktan kıyıya çıkar çıkmaz yere yığılmış ve oracıkta ölmüş. O anda fırtına dinmiş, deniz durulmuş. Her şey eski haline dönmüş. Denizin derinliklerine çekilen balıklar yeniden ortaya çıkmış.
Köylüler kadıncağızın etrafını sarmış. Küçük kızcağız annesine sarılarak ağlamış.
Köylüler Kan-non heykelciğini köyün en yüksek tepeciğine götürüp, orada küçük bir tapınak kurmuşlar. Tapınağın yanına da fedakar annenin kabrini yapmışlar.
Küçük kızı ise hayırsever bir köylüsü evine almış, kendi evladı gibi bakımını üstlenmiş.
Küçük kız, her gün tepeciğe çıkarak, annesinin kabristanını ziyeret etmeyi ve Kan-non'a dua etmeyi unutmamış.
Günlerden bir gün, derin bir uykuya dalmış. Rüyasına Kan-non girmiş, anne ve babasının dileğini gerçekleştireceğini söylemiş. Ertesi gün derin bir uykudan uyanan küçük kız, yüzünde hissettiği yumuşacık şeye dokununca hayretler içinde kalmış. Upuzun ipeksi simsiyah saçları varmış. Sevinçle dışarı çıkarak köyün içinde koşmaya başlamış. Sevinçten çığlıklar atarak karşısına çıkan herkese rüzgarda uçuşan ipek gibi saçlarını gösteriyormuş. Bir solukta tepeye koşmuş, Kan-non heykeline ve annesinin kabristanına gidip şükran duygularıyla teşekkür etmiş.
Küçük kız, uykusunda sahip olduğu harika saçlarının annesi ve babasının armağanı olduğu hissine kapılmış. O günden sonra saçları uzadıkça gürleşmiş, gürleştikçe uzamış. Omuzlarına dökülen ipeksi simsiyah saçları o kadar gözalıcıymış ki, herkes ona "Uzun Saçlı Prenses" demeye başlamış. Uzun Saçlı Prenses'in gerçek ismini artık kimse hatırlamıyormuş.
Uzun Saçlı Prenses saçlarını taramayı çok seviyormuş. Kuğu gibi uzun ince boynundan beyaz tenli omuzlarına dökülen saçları o kadar gürleşmiş ki, ne zaman saçlarını tarasa eline bir tutam saç gelirmiş. Artık genç bir kız olan Uzun Saçlı Prenses, saçlarını taradıkça dökülen saçlarını atmaya kıyamamış, onları bahçedeki ağacın dallarına asmış.
Bir gün Kyoto'daki Padişah, bahçesindeki kuş yuvasına asılı upuzun bir tutam saçın rüzgarda salındığını görmüş. Merakla yuvanın yanına gitmiş. Gördüğü şeye hayran olmuş; ipek gibi yumuşak, inci gibi parlak, bu simsiyah saçların süslediği başın da çok güzel olduğunu düşünmüş. Buyruk vermiş: Bu harikulade saçlar her kime aitse tez bulunup huzuruma getirilsin diye buyurmuş. Bu muhteşem saçların sahibini karım yapacağım diyerek, işin ciddiyeti konusunda herkesi uyarmış.
Saraydan dört bir yana atlılar dağılmış. Bütün ülke karış karış aranmış. Günler sonra Uzun Saçlı Prenses bulunmuş ve hemen Kyoto'ya davet edilmiş. Duyduklarına inanamayan Uzun Saçlı Prenses, bir solukta annesinin kabristanına gidip, anne ve babasına teşekkür etmiş. Olanları anlatarak, Kyoto'ya gideceğini iletmiş. Son kez vedalaşıp köyden ayrılmış.
Kyoto'da Padişah, Uzun Saçlı Prensesini heyecan ve sevinçle bekliyormuş. Simsiyah saçları omuzlarına dökülen Uzun Saçlı Prensesi görür görmez aşık olmuş. Uzun Saçlı Prenses ile padişah bir ömür boyu mutlu kutlu yaşamış.



* Kino ülkesi; Şimdiki Wakayama ili.
**Kan-non; Guan Yin. Budistler tarafından kutsal olarak kabul edilip tapılan bir merhamet tanrısı.

http://www.dailymotion.com/video/xhpk99_0040-%E9%AB%AA%E9%95%B7%E5%A7%AB_creation

3 Temmuz 2014 Perşembe

Alabalığın Laneti(イワナの怪)


Evvel zaman içinde geçimlerini dağlardan sağlayan dört adam varmış. 
O dağların arasından büyük bir nehir olan Mizunaşi (susuz) nehri akıyormuş. 
Sıcak bir yaz günü bu dört adam sabah erkenden yine dağa gidip çalısmaya başlamış. Öğle saatlerinde hava iyice ısınmış, ortalık kavrulmuş. Adamlar yorgunluktan ve sıcaktan bitik bir vaziyette serin bir yerde dinlenmeye çekilmiş.
Adamlardan  biri bu perişan hallerinden yakınmaya başlamış:
"Eşşek gibi çalışsak da hiç para biriktiremiyoruz. Bıktım artık ben bu sefil hayattan.’’ 
Sonra aralarında şu konuşma geçmiş:
-Bu yaz çok sıcak geçiyor.  Nehrin suyu da azaldı, bak!.
 -Evet, öyle... Şimdi aklıma ne geldi biliyor musunuz?
-Bilmem. Ne geldi?
 -Çalışmadan da kolay para kazanabiliriz. Bak, şöyle yapacağız.

Adamın aklındaki şey "nenagashi" imiş. Sansyo (Japon biberi) ağacının yapraklarının ve kabuklarının öğütülmesiyle hazırlanan bir toz önce yakılırmış, sonra külünü tencerede kavururlarmış. Bu şekilde "Ne" elde ediliyormuş. ‘’Ne" adı verilen bu ağuyu nehre dökünce balıklar zehirlenip, ters dönerek suyun yüzeyine vururmuş.

Adamlar bunu duyunca çok sevinmişler. İşi bırakıp, hemen "Ne" hazırlamaya başlamışlar. Ağuyu hazırlarken aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
- Bunu nehre serpince balıklar hemen beyaz göbeğini göstererek yüzeye vuruyormuş. Bu çok ilginç.’’
 -Evet!.  Yarın  balıkları avlayacağız. Bir-iki sepet yetmez. Daha fazla sepet getirin.
- Tamam!
Onlar aralarındaki sohbeti bu şekilde sürdürmüşler. Tutacakları balıklar ile ilgili hayal kurup durmuşlar.

Ağu hazır olunca adamlar yere bağdaş kurup ogle yemeğini yemeye başlamış. 
O kadar acıkmışlar ki, yemeklerini hapur hupur yemişler. 
Bir süre sonra yanlarında yaşlı bir rahibin durduğunu fark etmişler.
‘’Rahip efendi, burada ne işiniz var?’’ demiş adamlardan biri. 
Rahip, adamlara zehir gibi bakış fırlatarak şöyle demiş:

"Siz ağuyla balıkları zehirleyeceksiniz, öyle mi? Balık tutmanıza eyvallah!  İstediğiniz kadar tutun, buna bir diyeceğim yok. Ama Nenagaşi ağusu sadece balıkları değil, nehirdeki bütün canlıları öldürür. Nehirdeki yaşamı öldürür ve o nehir bir daha asla canlanamaz. Balık yavruları da  ölür. Balık yavrularının yerine insan yavrularının öldüğünü şöyle bir an düşünün bakalım.  Ne kadar feci olurdu, değil mi? Böyle bir şey asla olmamalı. Onun için nehre asla ağu atmayın. Asla!"

Adamlar bunu duyunca birbirlerine bakmışlar ve susmuşlar...
İçlerinden sakallı olanı ayağa kalkıp, "Rahip efendi, çok haklısınız. 
Biz uyarılarınızı dikkate alacağız, nehre Nenagaşi serpmeyeceğiz.. Balıkları ağulamıyacağız. Yoksa, dediğiniz gibi balıklara, nehirdeki bütün canlılara çok yazık olur!"

Rahip, bu sözleri duyunca rahatlamış. "Böyle düşünmenize sevindim." demiş. 
Sakallı adam, çantadan büyük dango*yu çıkarıp rahibe ikram etmiş:
"Dango yer misiniz, Rahip efendi?’’ diyerek, dangoları rahibe vermiş. 
Rahip, "Çok teşekkür ederim." diyerek iki dango yemiş. Sonra da adamları başını eğerek selamlayıp, patikadan aşağı yürüyüp gitmiş.

*dango: pirinç unundan yapılan toparlak yiyecek.

Rahibin peşinden bir süre sessizlik olmuş. Sonra adamlardan biri sessizliği bozmuş, şöyle demiş:
-Rahibin sözünü dinlemeliyiz. Bu işe burada son vermeliyiz. Buna mecburuz.
-Evet. 
-Bu kadar hazırlık yaptık. Ama toparlanıp gidelim buradan artık.

Fakat sakallı adam öyle düşünmüyormuş. Diğerlerine karşı çıkmış:
-Siz ne diyorsunuz? Kararlaştırdığımız şekilde Nenagaşi yapıyoruz. Vazgeçmek yok. 
-Ne? Ama az önce rahip efendiye nehri ağulamıyacağızı söyleyen sendin."
 ‘’Evet, ama o sadece rahip başımızdan çekip gitsin diyeydi. Niyetlendiğimiz bu işten niçin vazgeçelim ki?
"Yani.. tamam o zaman. Öyleyse yarın devam ederiz.’’

Ertesi gün yine hepsi aynı yerde buluşmuş ve işe koyulmuşlar. Hazırladıkları ağuyu nehre avuç avuç serpmişler. Balıklar ağulu yemden zehirlenip, ters dönerek suyun yüzeyine vurmuş. Adamlar bunu görünce çok sevinmiş. Ağulaman balıkları nehirden toplayıp sepete doldurmaya başlamışlar. Derken zaman su gibi akmış. Adamlar zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlar. Gökyüzü kararmaya, akşam karanlığı çökmeye başlamış. Adamlar vaktin çok geç olduğunu ancak o zaman farketmişler.  Yanlarında getirdikleri bütün sepetler balıklarla dolup taşmış. 

"Biraz sonra güneş batacak. Elimizdeki yemin hepsini dökelim nehre."
 Sakallı adam böyle söyleyince diğer adamlar hazırladıkları bütün ağuları nehre dökmüş. 
İşte o zaman daha önce hiç görmedikleri büyüklükte bir alabalık suyun yüzeyine vurmuş. Kocaman alabalık can çekişiyormuş. Adamlar gücünü kaybeden, can havaliye çırpınıp duran alabalığı yakalayarak kıyıya çekmiş.
"Bu balık bu nehrin kralıdır kesinlikle! Anneannem hep söylerdi burada nehir kralı yaşar diye."
Balık onların ellerinden kaçmaya çalışmış. Adamlar hepbirlikte balığın üzerine çullanıp, bedenleriyle balığın üzerine çökmüşler.  Sakallı adam balığın karnını bıçakla yarmış. 

"Bugün ziyafet var bu balıkla! Çok büyük yahu! Yiye yiye bitmez."

Sakallı adam böyle keyifle söylenerek balığın bıçakla yardığı karnını açtığında, adamlar gördükleri şey karşısında affalamışlar!..

Alabalığın yarılan karnından iki dango çıkmış.

"Ama bu dango... Nasıl olur? Dün rahibe verdiğimiz...’
 "O rahipti, bu nehrin kralı oydu. Bizi uyarmaya gelmiştir..’’
 "......’’ 
Adamlar bunu anladıklarında çok korkmuşlar ve ürpererek eve dönmüşler.
O günden sonra onların başlarından dert, evlerinden felaket uzun süre hiç eksik olmamış.

3 Haziran 2014 Salı

Marangoz ile Oniroku(大工と鬼六)


Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir köy varmış. Köyün içinden gürül gürül akan, yağmurlarda bendinden taşan bir nehir geçiyormuş. Köyün her iki yanında yaşayan insanlar diğer yana geçmek için büyük zorluklar çekiyormuş. Çünkü köyün iki yakasını birbirine bağlayan tek bir köprü varmış ve o köprü her yağmurda nehrin sularının yükselmesiyle yıkılıp sele karışıyormuş. Taşkın nehir her yağmurda köprüyü alıp götürüyormuş. Köylüler yeni bir köprü daha yapmış. Yine yağmur mevsimi başlamış. Yeni köprü de yağmur sularının nehri taşırmasıyla yıkılıp sele karışmış. Köylüler bu duruma kesin bir çare bulmak için toplanmışlar. ‘’Bize mutlaka sağlam bir köprü lazım. Yağmura da, sele de dayanıklı sağlam bir köprü...’’
Köylüler aralarında konuşup tartıştıktan sonra istedikleri gibi sağlam bir köprüyü yapacak olan usta konusunda fikir birliğine varmışlar. O civarda köprü ustası ünlü bir marangoz varmış, köprülerini onun yapması için hep beraber marangozun evine gitmişler, köylerine bir köprü yapmasını rica etmişler. ''Lütfen bu işi üstlenin.. Elinize düştük.. Bize sizden başka çare kalmadı artık..''
Marangoz o nehri daha önce hiç görmemiş. Fakat köylüler o kadar ısrarcı olmuş ki, onların ciddiyeti karşısında bu işi üstlenmeye karar vermiş. Ve onlara şöyle demiş: ‘’Tamam, köprünüzün yapımını sizin için üstleniyorum.Dayanıklı bir köprü yaparım, merak etmeyin.’’ Marangoz ertesi gün köye gitmiş, nehri görünce affalamış! ‘’Bu kadar güçlü akan bir nehir daha önce hiç görmemiştim.. Nehrin yatağı da çok genişmiş... Buraya köprü yapmak çok zor. Ama işi üstleniyorum dedim bir kere. artık sözümden dönemem." diye kendi kendine mırıldanan marangoz, boş gözlerle bir süre nehre bakmış durmuş.
Derken, nehrin içinden kocaman Oni ortaya çıkmış. Marangoz'a şöyle demiş: ‘’Senin içinden geçenleri biliyorum. Sağlam bir köprü istiyorsun, fakat bu işin üstesinden nasıl geleceğini bilemiyorsun, değil mi? Senin yerine ben yapayım mı?'' demiş. ‘’Sahi mi? Bu mükemmel olur. Sağlam bir köprü yapın lütfen! ‘’Tamam, söz veriyorum.. Ama bir şartım var, köprü tamamlandığında senin gözlerini alırım." Oni, bunları söyledikten sonra suya dalıp gözden kaybolmuş. Oni'nin son sözüne şaşıran marangoz, arkasından şaşkın şaşkın bakakalmış. Marangoz, o akşam dalgın bir halde eve dönmüş, karısı onun bu halinden şüphelenmiş. ''Kocacım, ne oldu? Sende var bir şey.. Marangoz, karısını kaygılandırmamak için hiç birşey söylememiş. ''Yok bir şey... Bugün çok yoruldum. Ben gidip yatıyorum."
Marangozun, o gece korku içinde aklı başından gitmiş, bitkin bir şekilde uykuya dalmış. Marangoz, sabahın köründe kalkıp, doğruca nehre gitmiş. Yarısı tamamalanmış muhteşem bir köprü gözlerinin önünde uzanıyormuş.
''Bir gecede yarısını bitirmiş..! Yarın kesin biter.' diye korkuya kapılmış. Tam o esnada nehrin içinde Oni belirmiş ve marangoza şöyle demiş: ''Bak, dediğim gibi güzel bir köprü yapıyorum işte.. Nasıl? Beğendin mi?'' Marangoz korkudan titreye titreye şöyle demiş: ''Gerçekten çok güzel. Ama..'' ''Ama, ne?'' demiş Oni. ''Ama yalvarırım gözlerimi almayın..! ''Sana söylediklerimi unutmamışsın. Afferin!" demiş Oni. Ve sırıtarak marangozu perişan eden şu sözleri söylemiş: "Yarın sabaha köprüyü tamamlayacağım, o zaman alacağım gözlerini senin.."
‘’Yalvarırım bunu yapmayın! Ne olur bunu yapmayın! Lütfen.. Zaten ben kabul etmemiştim ki sizin bu şartınızı...'' "Hiç boşuna nefesini tüketme, beni kararımdan caydıramazsın. Başladığım gibi bitireceğim bu işi. Bitirince de gözlerini alacağım." Marangoz bu sözleri duyunca ağlamaya başlamış ve şöyle demiş: ''Gözlerimi kaybedirsem çalışamam. Ailem var, onlara da bakamam. Benim mutlaka çalışmam lazım.. lütfen!’’
Oni, ağlayan marangozu bir süre süzmüş ve biraz düşünüp şöyle söylemiş: ‘’Hmm.. Demek ailen var... Benim de ailem var. Hımmm! Pekala! Sana bir şans tanıyacağım, eğer benim adımı söyleyebilirsen, o zaman affedebilirim seni. Eğer adımı bilebilirsen... ‘’ ‘’Sizin adınızı mı?’’ ‘’Evet..’’ ‘’Ama nasıl bilebilirim ki?…’’ Marangoz, daha sözlerini bitirmeden, Oni, nehre dalıp kayıplara karışmış.
Marangoz orada ayakta öylece kalakalmış. Bir süre sonra köylüler gelmiş ve yarısı tamamlanan köprüyü görünce çok sevinmişler. ''Ustaaa!. Bu kadar çabuk yapılabileceğini hiç beklemezdik... Hem de çok güzel! Siz gerçekten bizi bu dertten kurtaracaksınız..'' Köylüler marangozu öve dursun, marangozun aklı başka yerdeymiş. Köylülerin sözlerini duymamış bile...
Akşam eve döndüğünde yine hiç bir şey söyleyememiş karısına. Marangoz, akşam yemeğini yerken ve yatmadan önce karısını ve bebeğiniz seyretmiş uzun uzun. Artık onları dünya gözüyle bir daha göremeyeceğim diye üzülmüş. Ertesi sabah erken uyanan marangoz, evden çıkıp gitmiş, ama korkudan doğruca nehre gidememiş, yolunu uzatmış, dağın içinden geçmiş. Ormanın içinde yürüdükçe yürümüş. Aniden ormanın derinliklerinden garip bir şarkı duyulmuş. Sesin geldiği yöne yönelip yaklaşmış, bir Oni çocuk görmüş. ''Aaa! Oni'nin çocuğu mu bu acaba? Burada mı yaşıyorlar acaba?. Eğer öyleyse buradan çabucak kaçmalıyım!'' diye kendi kendine mırıldanan marangoz, tam oradan kaçmaya yeltenirken, duyduğu şey karşısında heyecanlanmış.. Oni'nin çocuğu şarkı söylemeye devam etmiş:
♪Oniroku.. babacım Oniroku.  Ver ver bana insan gözü  Gel gel çabuk gel, getir hediyemi.
Marangoz duyduklarına inanamamış. ‘’Aa! Onun adı Oniroku'ymuş!''
Oniroku'nun ismini öğrenen marangoz, sevinçten çılgına dönmüş ve adeta uçarak nehre doğru koşmuş. Marangoz nehir kenarına gelince suyun içinden Oni çıkmış ve şöyle demiş. ‘’Ne koşuyorsun lan. Hiç bir yere kaçamazsın. Bak, köprüyü tamamladım. Gözlerin benim artık. Aramızdaki anlaşmaya uyacağım ve gözlerini alacağım. ''Amam bir dakika!’’ diyebağırmış marangoz, "Senin adını söyleyeyim mi şimdi?" ''Senin adını söyleyeyim mi şimdi? Neydi senin adın? Onitarou, Onisuke, Onita, Onirou….’’ ‘’Hayır! Değil.. Öyle değil.’’ diye sırıtmış Oni. ''Onihei, Oniziro, Onisaburo..'' ''Yeter artık! Hadi, ver artık gözlerini.'' diye Oni, elini marangozun gözlerine uzatmış. ''Onigoro... yoksa...Oniroku mu?'' demiş marangoz. Oniroku zınk diye şaşa kalmış. ’Neden biliyorsuuun! ‘’diye yazıklanarak suyun içine dalıp gözden kaybolmuş.

20 Mayıs 2014 Salı

Zevcenin Portresi(絵姿女房)

Evvel zaman içinde bir köyde çiftçi bir adam varmış. Adam çok iyi biriymiş, ama o zamana kadar evlenme fırsatı olmamış. Bir akşam evde otururken kapı çalmış, açınca çok güzel bir kadın görmüş.
‘’Affedersiniz, ben yolcuyum. Akşam olduğu için kalacak bir yer arıyorum. Zahmet olmazsa bir gece sizde kalabilir miyim?’’ diye sormuş, adam de kabul etmiş ve içeri almış. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş, ama kadın hala oradaymış. Bütün gün ev işleri yapıp yemek hazırlarmış. Bir hafta sonra kadın şöyle demiş: ‘’Benimle evlenir misiniz?’’ Adam da çok sevinmiş, o kadar güzel bir kadınla evlenebileceğini hiç düşünmemiş. Adam o kadar sevinmiş ki her gününü hep karısının yüzüne baka baka geçirirmiş. Sabah tarlaya gidip hemen eve dönüp karısının yüzüne bakarmış. Adam onun yüzünü gördükçe gülümsermiş sevinçten. Yine tarlaya çalışmaya gidermiş ama birkaç dakika sonra yine yüzünü görmeye gelirmiş. Karısı da kocasının işlere konsantre olamadığını kafasına takmış, düşünüp taşınmış. Ertesi gün erkek tarlaya gidecekken bir kağıt verip şöyle demiş. ‘’Dün gece bunu çizdim. Bunu görünce beni hatırlarsın. Artık beni görmeye sık sık eve dönmene gerek yok.’’ O kağıtta karısının yüzü çizliymiş. Erkek çok sevinmiş, kendi tarlasına gidince yanıngaki ağaca karısının resmini asmış. Onu göre göre çalışmış.
Bir gün her zamanki gibi tarlaya gelince ağaca resmi asmış. O gün çok rüzgarlıymış. Bir an sert bir rüzgar esmiş, o rüzgar ağaçtaki resmini alıp götürmüş. ‘’Aa! Karımın resmi! ‘’ Adam koşmuş, ama resim hızlıca yükselmiş, sonunda uzaklara kadar uçup görülmez olmuş. O akşam, o şehrin hükümdarı kendi bahçesinde o resmi bulmuş ve demiş ki: ‘’Bu kadın çok güzel. Şimdiye kadar bu kadar güzel bir kadın görmedim. Bu kadınla evlenirim. Bu kadını bulun ve getirin bana derhal! ’’ Bir kaç gün sonra, sabah adam tarlaya çıkacakken evin kapısı çalmış. ‘’Şimdi açıyorum.’’ Kapıda adamlar varmış. ‘’Bu resimdeki kadın senin karın mı? Hükümdarımız onunla evlenmek istiyor. Hemen onu bize ver. Bu hükümdarın emridir." demiş adamlar. ‘’Ama...eğer hükümdarın emriyse bile veremem karımı.’’ ‘’O kadar güzel kadın sana yakışmaz.’’ ‘’Ama...’’ Adamlar erkeği karısından ayırmış, o zaman karısı fısıldamış. ‘’Şimdi sen karşı çıkma. Sonbahar gelince kaleye elma satmaya gel. ‘’ Böylece hükümdarın adamları kadını zorla götürmüş. Adam, günler boyunca ağlamış, kaledeki karısı da hiç bir şey konuşmamış ve gülmemiş. Hükümdar onu güldürmeye çalışmış ama olmamış. Çiftçi adam, karısının söylediği gibi elma yetiştirmiş, sonbaharın gelip elmanın olgunlaşmasını dört gözle beklemiş. Sonunda o zaman gelmiş. Sepetine elmalar koyup sırtlanmış. Şarkı söyleyerek kaleye gitmiş. Kalenin etrafını daha yüksek sesle şarkı söyleyerek dönmüş. Kaledeki karısı o şarkıyı duyduğunda gülmüş ve kalede ilk defa konuşmuş. ‘’Elmacı geldi.’’diye ayağa kalkmış. Hükümdar karısının güldüğünü ilk defa gördüğü için çok sevinmiş. ‘’Karım güldü. O elmacıyı buraya getirin!’’ Hükümdarın önüne elmacı adam getirilmiş ve ona şöyle demiş. ‘’Biraz önce söylediğin şarkıyı söyle.’’ Elmacı adam sevinçli sevinçli dans ederek şarkı söylemeye başlamış. Karısı kocasını görebildiği için çok mutluymuş, sesli gülmeye başlamış. İki kişi o kadar sevinçli görünmüş ki hükümdar elmacıyı kıskanmış. ‘’Elmacı, senin kıyafetin ile benimkini değiştirelim mi?’’ Derebeyi, elmacı erkeğin kıyafetini giyince sırtına da sepeti takıp şarkı söylemeye başlamış. Karısı daha sevinçli gülmeye başlamış, hükümdar havaya girmiş, şarkı söyleyerek kapıdan çıkmış. Kalenin etrafını bir tur dönüp ön kapıya geri gelmiş. Ama bekçiler onu durdurmuş. ‘’Ne işin var burada?!’’’’Elmacı giremez!’’ ‘’Ne diyorsunuz? Ben buranın hükümdarıyım.’’ ‘’Sen ne diyorsun lan! Git buradan! Yoksa vururum bir tane!’’ Hükümdar dayak yeyince oradan kaçmış ve o şehirden kaybolmuş. Böylece çiftçi adam hükümdar olmuş ve karısıyla mutlu kutlu yaşamışlar.

18 Mayıs 2014 Pazar

Youkai(1)

Youkai(妖怪)
Genellikle Japon inanışında olağanüstü ve garip fenomene ya da onları çıkaran güce sahip olan yaratıklara Youkai denir. İyilik yapan Youkailar da vardır. Tengu, Kappa ve Oni’nin Japon youkailerinden en meşhur 3 youkai olduğunu söyleyebiliriz.


 ①   Tengu(天狗)
Japon halk inanışında tanrı ile youkai arasında bir varlık sayılan efsanevi yaratıktır. Genellikle Yamabushi
(Dağda inzivaya  çekilen Japon dervişi) gibi giyinir, kırmızı yüzlü, uzun burunlu, kanatlıdır, ve elinde yelpaze olduğuna inanılır. İnsanları gerçek dünyadan kaybetmek, yangın çıkarmak gibi kötülükler yaptığı söylenir.



②   Kappa(河童)
Nehir, bataklık, ırmak gibi 
su ortamında yaşarlar. 
Vücudu çocuk gibi olup,
genellikle rengi yeşildir.
Kafasının üstünde suyla
ıslanmış bir tabak vardır, 
o kuruyunca veya 
kırılınca gücünü kaybeder, 
ya da ölür. 
Ağzında küçük bir gaga vardır.
Sırtında kaplumbağa gibi 
bir bağa olan kappalar ve maymuna benzeyen tüylü 
kappalar olduğu söylenir.  Genellikle kappanın kötülük
yapmaksızın sadece yaramazlık peşinde olduğuna ve
çocukları sevdiğine inanılır,
 ama bazen yüzen insanların ayaklarını çekip onları 
boğan kappaların rivayeti de söylenir. 



③Rokurokubi(ろくろ首)

Görünüşü tıpkı normal insanınki gibidir.
Boynu uzayan ve boynu vücudundan ayrılıp
serbestçe uçan iki türlü Rokurokubi’nin
olduğu söylenir. 
Boynu vücudundan ayrılan Rokurokubi'nin
geceyarısı insana saldırdığı, kanını emdiği
söylenir. Boynu uçup gezerken boyunsuz
vücudunu başka bir yere koyunca
boynunun vücuduna geri dönemediğine
inanılır. 








④Zashiki-warashi(座敷童)



Efsanesi genellikle kuzeydoğu Japonya'da
(özellikle İwate ilinde) aktarılır. 
 Eski konaklardaki misafir odasında ya da ambarlarda oturan 
tanrısal bir varlıktır. İnsanlara zarar vermez, evinde oturanlara
 yaramazlık yaptığı, onu gören kişiye talih getirdiği ve oturduğu 
eve servet getirdiği söylenir. 
Genellikle Zashiki-warashi 5-6 yaşlarındadır, ama oturdukları eve
 göre farklıdır. Kız zashikıwarashi da vardır, erkek de. 
Yaramazlık severler, bazen çocuklarla oynarlar. 
Zashikiwarashi'nin sadece çocuklar tarafından 
görülebildiği söylenir.
Zashikiwarashi'nin oturduğu evde hiç kimse olmayan 
odadan oyun oynayan çocuk sesi veya oyuncak sesi gelir. 

En yaygın inanışa göre, Zashikiwarashi'nin oturduğu eve servet gelir, 
ama Zashikiwarashi o evden çıkıp başka eve gidince o evden bereketin gittiği söylenir.  
Bu özelliğinden ötürü, Zashikiwarashi'nin servet tanrısı olduğu veya evlerin 
koruyucu ruhu olduğu söylenir. 

27 Mart 2014 Perşembe

Ohana Jizo(お花地蔵)

Evvel zaman içinde, Oharu (Bahar) adındaki yaşlı kadın ve torunu Ohana (Çiçek) beraber yaşıyorlarmış.
Ohana’nın annesi ve babası, Ohana henüz üç yaşındayken peş peşe ölmüş.
Oharu, çok üzülmüş, çok üzgünmüş. Kendini artık tümüyle Ohana'nın bakımına ve yetişmesine adamış.

Ohana'nın hiç kız arkadaşı yokmuş. O, oğlanlar ile oynamayı daha çok seviyormuş. Oharu, torununun erkek çocuklar gibi acar, çevik ve sağlıklı büyümesine içten içe seviniyormuş.
Nine Oharu tarlada çalışırken, Ohana ise oğlanlarla çelik çomak oynarmış. Akşamları eve geldiklerinde, "’Nineciğim, bugün de ben kazandım." diye övünmeye başlarmış.

Ninesi Oharu, ne kadar ‘’Kızlar öyle oynamaz, sadece erkekler sopayla oynarlar.’’ diye torununa tembih etse de, Ohana, buna şöyle cevap verirmiş:
‘’Ben kız olarak doğmuşum ama çelik çomak oynamayı çok severim!’’
Ohana, bıkmadan her gün her gün sevdiği oyunları oğlanlarla oynarmış.

Ohana yedi yaşına gelmiş.

Son bahar gelmiş, ekinlerin hasadı başlamış.bütün köylüler canla başla ekinleri hasat etmek için çalışıyorlarmış.
Ohana ise hasadın ilk günlerinde yine çelik çomak oyununa kendini kaptırmış görünüyormuş. Ama bir gün birdenbire ninesi Oharu’ya şöyle demiş:
"Nineciğim, ben artık artık çelik çomak oynamayı bırakacağım ve sana yardım edeceğim.’’
Oharu, torununun bu sözlerine çok sevinmiş, fakat hemencecik umutlanmamış. Çünkü torunu Ohana, şimdiye kadar çelik çomak oynamaktan başını kaldırıp da başka şeylere hiç ilgi göstermemiş. Hatta böyle şeyleri de şimdiye kadar hiç söylememişti.
Yine de ninesi Oharu, torunundan bu sözleri duyduğu için çok mutlu olmuş, gizlice sevinç gözyaşları döktürmüş Ohana'nın arkasından.

Hasat bitmiş, Sonbahar gitmiş, Kış gelmiş. Köyde boğmaya salgını başlamış. Salgın Ohana'ya da bulaşmış. Ohana, yataklara düşmüş. Çok kötü öksürüyormuş. Öksürüğü hiç kesilmiyormuş. Ninesi ise Ohana'nın etrafında dört dönüyormuş.  Ohara'ya iyi bakmak için didinip durmuş. Gece gündüz başından ayrılmamış. Torununun iyileşmesi için bütün bildiği bütün çarelere başvurmuş. Bir yandan da torununu teskin etmeye çalışıyormuş:
"Ohana, baharın gelmesine az kaldı. Havalar ısınınca iyileşmiş olursun. Biraz daha dayan kızım!"
‘’Tamam, nineciğim." diyen Ohana, yeniden öksürük nöbetine tutulmuş.
Küçücük köylerinde ne ilaç ve ne de doktor varmış. Ohanu, torununun iyileşmesi için  ne kadar çırpınsa da, Ohara, iyileşememiş, durumu gittikçe daha da kötüleşmiş. Bir gün Oharu'dan hiç ses gelmemiş. Ninesinin korktuğu başına gelmiş, Küçücük Oharu, hayata veda etmiş.
Nine Oharu, çaresizlik içinde torununun cansız bedenine sarılıp hüngür hüngür ağlamış.

Ohana öldükten sonra, Oharu, ruhunu kaybetmiş gibi günlerce Butsudan*ın başında oturup, hiç kımıldamadan boş boş bakıyormuş.
Komşular Oharu'nun bu halinden endişelenip, sık sık ondan haber almaya gelirmiş. Yiyecek birşeyler de getirirlermiş. Fakat Oharu, elini hiçbir şeye sürmezmiş, öylece boş boş bakınıp dururmuş. Komşuları onun bu durumundan kaygılanmaya başlamış.

‘’Oharu teyze, size yemek getirdik. Hiç yoksa bir lokma birşeyler yemelisiniz, yoksa hasta olacaksınız. Bunu söylemek bizim için de çok zor ama, Ohana şimdi bir melek olarak cennettedir ve yavrucak cennetteki annesine ve babasına kavuşmuştur belki şimdi. Onun için artık bu kadar kendinizi üzmemelisiniz. Bu kadar kederlenip dertlenmemmelisiniz."  demişler.

Komşusu bunları söyleyince, Oharu,  en sonunda kafasını kaldırıp, şöyle demiş:
"Evet. Ben de sadece hep onu diliyorum... ama .. Ohana çok küçük idi. Yolunu kaybetmeden anneciğine ve babacığına gidebildi mi acaba? Ya bir yerde yolunu kaybetmişse, ya yalnızlıktan ağlıyorsa.... ‘’ diye kaygısını dile getirmiş.

Akşam olmuş, komşular evlerine dönmüş. Oharu yine kendisiyle başbaşa kalınca, torununu düşünmeye başlamış.
‘’Ohana iyi mi acaba? Bir yerlerde beni arıyor olabilir. Yanlızlık içinde ağlıyor olabilir."
Oharu'nun aklından Ohana'nın ağlaması çıkmıyormuş. O geceden sonra Ojizo-samayı oymaya başlamış.
Ojizo-sama, çocukları koruyan tanrı olarak, ölmüş çocuklara cennete kadar rehber eder denir. Onun için Oharu, torunu Ohana'nın, yolunu  kaybetmeden cennete gidebilmesi için Ojizo-sama yapmaya karar vermiş. Oharu teyze her gün hiç ara vermeksizin Ojizo-sama yapacağı kayayı oymuş, yontmuş.

 Bu çok zor bir işmiş ve Oharu, bu iş için çok yaşlıymış ama her gün durmadan yontmaya devam etmiş. En sonunda baharın gelişiyle birlikte ojizo-sama da tamamlanmış.

Ojizo-sama, minicikmiş ve Ohana’ya tıpatıp benzeyen sirinmi şirin bir suratı varmış.

Ojizo-samayı bitiren Ohana'nın içi rahatlamış, ferahlamış. Kendi kendine mırıldanmış:
"Ohana'm, yavrucağım artık cennette anne ve babasına kavuşmuştur."

Sonra Ojizo-samayı bütün köyden görülebilen bir tepeye yerleştirmiş.

Zaman geçtikçe bu ojizo-sama'ya bütün köylü tarafından Ohana-jizo’’ denmeye başlamış. Köyün çocukları boğmaca olunca bir gelenek olarak Ohana’nun sevdiği kavurma pirinç pişirilir verilirmiş Ojizo-samaya. Hasta çocuklar ise kısa zamanda iyileşip ayağa kalkarlarmış, yine eskisi gibi cıvıldamalarına devam ederlermiş.




(Tochigi ilin masalı)

Kaynakça
http://hukumusume.com/douwa/pc/jap/12/12.htm
http://www.dailymotion.com/video/xkrj82_mnmb-%E3%81%8A%E8%8A%B1%E5%9C%B0%E8%94%B5_creation

9 Mart 2014 Pazar

Sülün Ötmezse Vurulmaz(キジも鳴かずば撃たれまい)



Evvel zaman içinde, Saigawa nehrinin etrafında küçük bir köy varmış. Köylüler bu nehrin çok nimetini görür, kıymetini bilirmiş. Ama sel baskınları nedeniyle de büyük zorluklar içinde yaşarlarmış. Bu nehir her sonbahar yağmurlarıyla taşar, tarlaları sel basarmış. Sel suları evleri, insanları alıp götürürmüş. 
Nehir her taştığında çok can alırmış. 

 Bu köyde Ochiyo adındaki kızıyla beraber yaşayan Yahei adında bir adam varmış. Ochiyo’nun annesi şiddetli yağmurlardan taşan son sel basınına kapılmış, seller kadıncağızı alıp götürmüş, canını almış. Baba ile kız başlarına gelen bu talihsiz felaketten dolayı çok acı çekmişler. Bu olaydan sonra fukaralar daha da yoksullaşmışlar, fakat yine de hayata tutunmaya devam etmişler. Yahei ve Ochio, mütevazı yaşamlarında mutluymuşlar.

Yine yağmur mevsimi gelmiş. Yağmur gittikçe şiddetleşmiş.
Tam da o günlerde Ochiyo, ağır bir hastalığa yakalanmış. Fakat garipler o kadar yoksulmuş ki, doktor çağıracak paraları dahi yokmuş. Yohei, kızına şöyle demiş:
‘’Ochiyo.. Benim fakirliğim yüzünden doktor çağıramayız ama senin iyileşmen için elimden geleni yapacağım. İyileşeceksin kızım. Sen iyileştiğinde yine beraber oynayacağız. Hadi, gel!. Sana darı haşladım. Onu ye, iyileşirsin.’’
Yahei, pişirdiği yemeği Ochiyo’ya yedirebilmek için çırpınmış durmuş. Hasta kızını kendi elleriyle beslemek istemiş, yemeği kızının ağzına küçük lokmalar halinde koymaya çalışmış ama Ochiyo yememiş, sadece kafasını sallamış.Hayır, bunu yemek istemiyorum. Ben artık darı yemeği istemiyorum. Ben Azuki* mamasını yemek istiyorum.” demiş.
Ochiyo’nun istediği Azuki maması, sekihan denilen yemekmiş. Ochiyo, Azuki mamasından sadece bir kez yemiş. Annesi hayattayken azukiyi sadece bir kez pişirmiş ve Ochiyo, o ziyafeti hiç unutamamış.Ne? Azuki maması mı..?”
Yahei, çok üzülmüş. Çünkü evde Azuki*yokmuş, hatta pirinç dahi yokmuş. Mutfak tam takır kuru bakır haldeymiş. Pazara çıkıp eksik görecek paraları da yokmuş.
Ochiyo, o gece aç uyumuş. Yahei, uyuyan kızını üzgün üzgün seyretmiş, Ochiyo’nun yüzüne uzun uzun bakmış. Sonra bir şeye karar verip dışarı çıkmış. Hızlı hızlı yürürken kendi kendine konuşuyormuş: Ağanın konağında pirinç de, azuki de vardır.’’
Böylece Yahei, hayatında ilk kez hırsızlık yapmış.
Konaktan bir kaplık pirinç ve azukiyi çalan Yahei, eve gelmiş. Ochiyo’ya sekihanı pişirmiş.Hadi, Ochiyo. Azuki maması yaptım senin için.”Babacım, teşekkür ederim! Aaa! Azuki maması mı bu? Çook lezzetli.!!İyi.. iyi. Bol bol ye, iyileşeceksin.”

O akşam yediği Azuki mamasından mıdır, bilinmez? Fakat Ochiyo, hızla iyileşmeye başlamış ve birkaç gün içinde tamamen iyileşmiş.

Ağanın konağındaki insanlar, pirinç ve azukinin çalındığını hemen fark etmişler. Ağa çok zenginmiş. Yahei'nin çalmış olduğu yiyecek ise çok az miktardaymış. Fakat her ihtimale karşı hırsızlık memura bildirilmiş. 

Sonunda iyileşen Ochiyo, evden çıkıp, şarkılar söyleyerek top oynamaya başlamış. Şarkıda azuki yemeği yediğini ve çok lezzetli olduğunu söylemiş. Ochiyo’nun şarkısını yakındaki çiftçi duymuş.

Yine şiddetli yağmurlar başlamış. Yağmur hiç kesilmeden birkaç gün devam edince nehrin suyu yatağından taşacak seviyeye yükselmiş.
Köylüler çok kaygılanmış. Muhtarın evinde toplanmışlar. “Böyle yağmaya devam ederse yine köyümüzü sel alıp gütürecek! Ne yapalım?” diye, durumu aralarında tartışmışlar.Hitobashira kursak?” Köylülerin birisi önermiş bunu.

Hitobashira, afete maruz kalan insanların. Tanrı'ya kurban sunma âdedi imiş. Kurban olarak seçilen insanı  canlı canlı toprağa gömüp, afetten kurtulmak için Tanrı'ya dua ettikleri eski korkunç âdet imiş. Canlı canlı gömülen insanları çoğunluğu ise bir kötülük yapmış olan suçlu kişiler imiş.Ama suçlu insan yok ki bu köyde..’” demiş muhtar.Muhtar..  Aslında bir suçlu var bu köyde de..’’ demiş bir  çiftçi.
‘’Ne? Kim ki suçlu?’’
Çiftçi, oradakilere o gün duyduğu Ochiyo’nun şarkısını anlatmış.Fakir olan Yohei, azuki alamaz ki.. O çalmıştır ağanın konağından.”
O akşam Yahei ve Ochiyo yemek yerken, kapı çalınmış. 
‘’Tak tak tak!!’’Yohei! Yohei ! Orada mısın?”Efendim. Buyurun.”
Yahei, kapıyı açmış. Kapının dışında adamlar varmış.Yahei! Sen geçen gün ağanın konağından azuki ve pirinç çaldın değil mi? Kızının söylediği şarkının sözleri açık seçik bir kanıttır!”
Ochiyo, babasının allak bullak olmuş yüzünü görmüş. Adamlar Yahei’nin kolunu tutmuş.Babacığım! Ne oldu?” demiş Ochiyo.Ochiyo, ben hemen gelirim, ağlamadan bekle beni, tamam mı?”
Yahei, ağlayan Ochiyo’ya yumuşak bir sesle bunları söylemiş. Babacığım! Babacığım!”
Yahei, ağlayan Ochiyo’yu arkasında bırakıp, kendisini almaya gelen adamlar tarafından götürülmüş. Bir daha da evine dönmemiş.
Yahei, hitobashira olarak nehrin kenarına gömülmüş.

Ochiyo, köydeki insanlardan babasının hitobashira olduğunu öğrenmiş. Kendisinin o gün söylediği şarkı yüzünden babasının suçlandığını duyunca ağlamaktan sesi kısılmış. Babacığım! Babacığım! Hepsi benim yüzünden oldu. Dilim tutulsaydı da, keşke o şarkıyı söylemeseydim...!!”

Ochiyo, günlerce ağlamış. Onun hıçkırıklara boğulması bütün köylüleri üzmüş.
Bir gün Ochiyo'nun ağlaması kesilmiş. Sadece ağlaması değil, sesi de gitmiş. O günden sonra Ochio, hiç birşey konuşmaz olmuş.
Aradan birkaç sene geçmiş. Ochiyo, büyümüş, yetişkin bir genç kız olmuş. Fakat yıllar boyunca hiç birşey konuşmamış.
Köylüler ise babası öldürüldüğü zaman Ochiyo'nun şok olup konuşamaz olduğunu düşünmüş.
Sonunda Ochiyo, insanların arasına hiç çıkmaz olmuş. Yıllarca hiç kimse Ochiyo’yu görmemiş.
Bir gün, bir avcı sülün avlamaya dağa gitmiş. Sülün ötmüş, avcı, sesin geldiği yere tüfeğini doğrultup tetiği çekmiş.Booom!” 
Sülün vurulup yere düşmüş. Avcı otların arasından yol aça aça sülüne yaklaşmış, ama aniden durmuş.
Vurulan sülünü kucağına alan Ochiyo, üzgün üzgün sülünü süzüyormuş.Zavallı sülün..” demiş Ochiyo.
Avcı, onun uzun zamandır hiç kimsenin duymadığı sesini duyupca çok şaşırmış.Ochiyo... Sen konuşabiliyor muydun?”
Ochiyo, kucağındaki cansız sülüne üzgün bir ifadeyle şöyle demiş.Zavallı sülün... Ötmeseydin, vurulmazdın..”
Ochiyo, vurulan sülünü göğsüne bastırarak oradan gitmiş. O ansan sonra hiç kimse bir daha Ochiyo’yu görmemiş.Sülün ötmezse vurulmaz.”

Ochiyo’nun arkasında bıraktığı son söz  o günden sonra ağızdan ağıza, dilden dile, kulaktan kulağa söylenegelmiş.


Azuki* kırmızı fasulye. 
Sekihan ** azuki ile pirinçten yapılan Japonya'nın geleneksel yemeğidir. Genellikle kutlama yemeği olarak yapılır. 

Video
http://www.dailymotion.com/video/xhpvta_0055-%E3%82%AD%E3%82%B8%E3%82%82%E9%B3%B4%E3%81%8B%E3%81%9A%E3%81%B0_creation

                                                                                            (Nagano ilinin masalı)

18 Şubat 2014 Salı

Dilsiz Serçe(舌切り雀)






Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellâl iken ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, yaşlı bir çift varmış. Kadın cadalozun tekiymiş, huysuz ve cimriymiş.  Kocası ise aksine yumuşak huyluymuş, sevecen ve eli çok açık biriymiş. Onların çocukları hiç olmamış. Yaşlı adam minik bir serçeyi kendi çocuğu gibi sevecenlikle besliyormuş.

Günlerden bir gün, yaşlı adam yine her zamanki gibi gün ağarmadan kalkıp, sabahın köründe  dağa odun yapmaya gitmiş.
Karısına tembih etmeyi de ihmal etmemiş:
"Minik kuşumu yemlemeyi sakın unutma e mi!. ''
Sonra evden çıkıp, dağa yollanmış.

Fakat yaşlı kadın, mimik kuşun yemini vermeden dereye çamaşır yıkamaya gitmiş. Çamaşır kolasını mutfakta unuttuğunu farkedince, eve geri dönmüş. Bir de ne görsün? Kolasının kabının içinde yeller esiyormuş. Aç kalan minik serçe, kolasını silip süpürmüş. Minik serçenin perişan halinden çamaşır kolasının başına ne geldiğini anlayan yaşlı kadın çok hiddetlenmiş. O anda yaşlı kadının zalim damarı ortaya çıkmış. Minik serçeyi yakaladığı gibi, bir eliyle boğazını sıkmış. Zavallı serçenin dili dışarı fırlamış. Cadaloz kadın, "Bana kötülük yapan dil, bu dil mi, ha?!" diye diğer elindeki makasla, minik serçenin dilini kırt diye kesmiş. Bir yandan da söyleniyormuş.
"Haydi şimdi nereye uçmak istiyorsan uç git." diyerek zavallı serçeyi tuttuğu gibi dışarı fırlatmış.
Acı ve üzüntüden kahrolan minik serçe, "Acıyor.. Çok acıyor.."  diyerek  hazin bir ötüşle uçup gitmiş.

Hava kararmadan yaşlı adam  eve dönmüş. ‘’ Offf, bugün çok yoruldum. Serçeciğim de acıkmıştır. Haydi yemek zamanı’’ demiş ve  serçenin kafesinin kapağını açmış. Fakat kafesin içi boşmuş. Serçesini bulamayan yaşlı adam, karısına seslenmiş:
"Minik kuşum kafesinde yok. Bulamıyorum onu. Acaba hangi deliğe girdi?
Cadaloz kadın şöyle demiş:
 "O kuş mu? Benim çamaşır kolasımı yalayıp yutmuş.. Pis şey!. Dilini kesince kaçtı gitti!.’’
Bunu duyan yaşlı adam, "Bu acımasızlığı nasıl yapabildin ona?" diye yazıklanmış, üzüntüden yüreği dağlanmış.

Adam, bütün gece serçesini düşünmüş. Nereye gittiğini merak etmiş. Sabahı dar etmiş, güneşin doğuşuyla beraber serçesini aramak için evden çıkmış. Yaşlı adam, bastonuyla yürüyebiliyormuş. Bastonuna dayana dayana serçesini aramaya başlamış. Bir yandan da serçesine sesleniyormuş:
 ‘’Dilsiz serçem, senin evin nerede? ‘’
Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş ve sonunda bir çalılığa gelmiş. Çalılığın içinden bir ses duymuş:
"Dilsiz serçen burada.."

Yaşlı adam duyduğu bu sese çok sevinmiş ve sesin geldiği yöne ilerlemiş. Çalılığın gölgesinde küçük ve beyaz bir yuva bulmuş. O zaman dili kesilmiş olan minik serçesi kapıyı açmış ve yaşlı adamı hoş karşılamış.
‘’Amcacığım, hoş geldiniz!’’ demiş.
‘’Aa.. iyi misin? Çok özledim seni.. O kadar özledim ki, seni bulmak için araya araya ta buralara kadar geldim.’’
‘’Çok sevindim ben de. Buyrun içeri geliniz."
Serçe böyle söyleyip, yaşlı adamın elinden tutarak onu içeri çekmiş. Sonra da yaşlı adamın önünde boynunu büküp, "Amcacığım, ben teyzeciğin çamaşır kolasını yedim. Çok özür dilerim. Bana kızmadan buraya kadar gelmenize de çok sevindim.’’ demiş.
Yaşlı adam ise, ‘’kolasının hiç önemi yok. Benim yokluğumda sana çok kötü şeyler yapılmış. Başına gelen bu talihsizlikler için ben özür diliyorum aslında. Ama şimdi seni yeniden görebildim ya.. Çok mutluyum."

Serçenin akrabaları ve arkadaşları yaşlı adamı görmeye gelmişler, hepsi de onu çok hoş karşılaşmış. Yaşlı adamın sevdiği yemekleri bol bol ikram etmişler, şarkılar ve danslarla gönlünü hoş tutmuşlar.
Zaman rüya gibi akıp geçerken, yaşlı adam evine dönmeyi unutmuş. Hava kararmaya başladığında yaşlı adamın evi aklına gelmiş. "Bugün sayenizde çok güzel bir gün geçirdim. Ama artık kalksam iyi olur. Güneş batmadan eve dönmeliyim." diyerek ayağa kalkmış. Tam çıkacakken, serçe, "Dışarısı çok ıssız oldu, isterseniz bu akşam burada kalabilirsiniz.’’ demiş.
Yaşlı adam çok duygulanmış. "Kalmayı ben de çok isterim, ama karım beni bekliyordur, gitmezsem meraklanır sonra. Onun için bugün evime döneceğim. Ama yine gelirim mutlaka.'' demiş.
‘’Tamam, o zaman size bir hediye vereceğim. Bir dakika!"
Serçe böyle söyler söylemez gözden kaybolmuş. Hemen sonra da iki sandık ile geri dönmüş.
‘’Amcacığım, bunlardan biri hafif, diğeri ise ağır sandıktır. Bir tanesini seçiniz. Hangisini isterseniz onu  götürün.’’ demiş.
Yaşlı adam, ’Hem beni bütün gün ikrama boğdunuz, hem de giderken hediye veriyorsunuz ... Çok mahçup oldum. Ben yaşlıyım ve yolum da uzun.. Hafif olanı alacağım.’’ demiş. Hafif sandığı sırtlamış ve ‘’Ziyaretinize yine geleceğim." diyerek, oradan hüzünle ayrılmış.
Serçe, ‘’Güle güle amcacığım. Yine bekleriz. Yolunuz açık olsun.’’ deyip, kanatlarını çırpmış.

Güneş batmasına rağmen kocası dönmeyince, ‘’Nereye kayboldu bu adam?" diye yaşlı kadın kendi kendine söylenmiş. Derken adam, kapıyı açıp içeri girmiş.
"Nereye kayboldun? Neredeydin şimdiye kadar?’’ demiş kadın.
‘’Bu kadar aksilenmene gerek yok. Bugün minik serçemin evine gittim ve güzel zaman geçirdim. Güzel yemekler yedim ve serçelerin danslarını seyrettim. Hatta böyle güzel bir hediye de aldım.’’diyerek sandığı açmış. İçinden parlayan inciler, altınlar ve gümüşler çıkmış. Ikisi de çok şaşırmış. Kadın adamın dilini yoklamış, hadiseyi soruşturmuş.
’Yaşlı adam, "Ben oradan ayrılırken minik serçem, bana iki sandık gösterdi. Biri ağır, diğeri ise hafiftir. Hangisini istiyorsanız onu alın, dedi. Ben ise yaşlıyım ve yolum da uzun diye bu hafif sandığı seçtim. Ama bu kadar güzel olduğunu hiç beklemiyordum." diye neşeye durumu anlatmış.
Bu sözleri duyan  yaşlı kadın asık bir suratla, "Ne kadar aptal bir adamsın!  Neden ağır olanı seçmedin? Onu alsaydın daha çok hazine elimize geçmiş olurdu." diye kocasını azarlamış.

‘’O kadarını isteyemeyiz. Zaten bu kadar güzel şeyler var elimizde.. Yetmez mi?’’ demiş adam.
‘’Ne diyorsun sen be! Tamam seni biliyorum ben. Böyle şeyler senin gözünde önemsizdir. Aptalın tekisin sen, aptal! Ben şimdi hemen gidip ağır olanı alacağım." diyen cadaloz kadın, kocasının kendisini ikna çabasını peşinde bırakıp hemen yola çıkmış.

Dışarısı artık zifiri karanlıkmış ama yaşlı kadın, aklını çelen ağır sandığı o kadar çok istiyormuş ki, karanlıkta koştura koştura serçeyi aramaya başlamış. ‘’Dilsiz serçem, senin evin nerede?’’ diye seslenerek aramaya devam etmiş.
Az gitmiş Uz gitmiş dere tepe düz gitmiş ve sonunda yolu çalılık olan bir yere çıkmış. Derken çalılığın içinden:
‘’Dilsiz serçenin evi burada.’’ sesi gelmiş.
‘’Yaşasın!" deyip, sesin geldiği yöne doğru ilerlemiş.
Biraz ilerleyince, dilini kesmiş olduğu minik serçe, kapıyı açıp dışarı çıkmış. Cadaloz kadını görünce nazikçe, ‘’Teyzeciğim! Hoş geldininiz!" diyerek, onu, evin içine buyur etmiş. ‘’Buyurun bu tarafa..'’ diyerek, yaşlı cadalozun elinden tutup, onu mindere oturtmaya çalışmış. Ama yaşlı kadın, otururken hiç rahat değilmiş, sürekli etrafına bakınıp durmuş. Sonunda dayanamayıp, baklayı ağzından çıkarmış:
 ‘’Senin yüzünü gördüm, rahatladım. İşim bitti. Haydi hediyeyi ver, ben gideyim artık." demiş.
Serçe şaşırmış..
Yaşlı cadaloz tekrar, "Hediyemi ver! Gideyim.’’ demiş.
Serçe, ‘’Tamam teyzeciğim! O zaman biraz bekleyin. Şimdi getireceğim hediyenizi.’’ demiş. Odadan çıkmış. Az sonra elinde iki sandıkla odaya geri dönmüş.
 ‘’Burada bir hafif ve bir de ağır sandık var. Hangisini seçerseniz onu götürün.’’ demiş.
Cadaloz kadın, "Ben ağır olanı alayım.’’ der demez, ağır sandığı sırtladığı gibi, doğru dürüst vedalaşmadan oradan fırlayıp çıkmış.

Sandık çok ağırmış. Yaşlı kadın, sırtındaki ağırlığın altında ezilerek yoluna devam etmiş. Sevinçten sırıtarak hep sandığın içindekileri hayal etmiş. Ama sandık gittikçe daha da ağırlaşıyormuş. Yaşlı kadının omzu da, beli de yorgunluktan ağrımaya başlamış. Kadın güçlükle bir yandan da kendi kendine konuşuyormuş:
‘’Yükümün ağır olması normal. Demek ki içinde çok yüklü bir hazine var. Çok merak ediyorum, sandığın içinde ne var acaba?  Şurada bir mola vereyim. Açıp içinde ne var, bakayım.’’ diye mırıldamış.
Yolun kenarındaki taşa oturmuş. Sandığı yere indirmiş ve kapağını açmış.
İçinde ne olduğu görünmüyormuş. İçinde parıldayan altın ve gümüşler de görünmüyormuş. Cadaloz kadın, iyice meraklanarak sandığın içine eğilmiş. Bir de ne görsün? Sandığın içinde kımıltılar varmış. Sandığın içi canavarlar, yılanlar, böceklerle kaynıyormuş. O anda sandıktan bir ses duyulmuş:
"Ne kadar açgözlü cadı’’ demiş alçak bir ses. O ses kadına dik dik bakarak yaklaşmış. Yaşlı kadının korkudan ödü patlamış, bağıra bağıra arkasına bakmadan kaçmış.