13 Şubat 2014 Perşembe

Manjudan korkuyorum.(饅頭怖い)(Fıkra)




Bir şehirde birkaç adam biraraya toplanmış lafazanlık ediyormuş. Aniden koşa koşa onlara doğru gelen bir adam görmüşler. Adam, "Yardım ediiiin!" diye bağırırken korkudan tir tir titriyormuş.
"Ne oldu? Nedir bu halin?" diye sormuşlar.
Adam, ‘’ Arkamdan  manju*cu geliyor! demiş.
Adamlar. "Ne? Manjucu mu? Ne var ki bunda?" demişler.
Adam zangır zangır titreyerek, "Ben manjudan çok korkuyorum. Aha! İşte geliyor! Hadi beni saklayın!’’ demiş.
Adamlar hemen onu yakındaki köşke saklamışlar.
Ama içlerinde yaramazlık seven biri varmış.
"Çok tuhaf bir herif! Ben onu korkutacağım!’’ diyerek, bir hinlik düşünmüş. Manjucudan bir tepsi dolusu manju alıp, hepsini köşkün içine atıvermiş. Kulağını dikip içerden gelecek sesi beklemeye başlamış. Ama içerden çıt çıkmamış..
"Yoksa korkudan bayıldı mı acaba?’’ diye kapıyı açmışlar.
Bir de ne görsünler, adam manjunun hepsini iştahla yemiş, ne varsa silip süpürmüş. Kapıdan şaşkın şaşkın kendisine bakakalan adamlara gülümseyerek dudağındaki anko*yu yalanmış.
Adamlar, ‘’Seni korkutmak istedik. İçeri attığımız manjulardan korkacağını sanmıştık. Korkmuyor muydun?’’ diye sormuş.
Adam, aniden titremeye başlamış ve şöyle demiş:
"Şimdi artık çaydan korkuyorum!’’



Manju*=饅頭。 Çin tatlısı olan manto
 köklü Japon tatlısı. Undan yapılan hamurla anko*yu sarmakla yapılır.


Anko*=餡子。 Şekerli fasülye ezmesi, küçük kırmızı fasülyeden yapılır.

31 Ocak 2014 Cuma

Altın Patlıcan(金のなすび)







Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir hükümdar ve onun dünyalar güzeli bir karısı varmış.
Kraliçe hamileymiş. Ama hükümdarın bundan haberi yokmuş.



Bir gün sarayda şölen verilmiş. Bütün ileri gelenler davet edilmiş. Hükümdar ve

kraliçe tahtlarına kurulmuş, şölen başlamış. Fakat herkesi kıkır kıkır güldüren, hükümdarı ise küplere bindiren bir şey olmuş. Kraliçe,"pırrrttt!.." diye osurmuş...
Öfkeyle burnundan soluyan hükümdar, Kraliçe'yi çın çın öten sesiyle azarlamış:

"Küstah! Terbiyesiz! Sen Kraliçem olmaya layık değilsin. Seni saraydan sürgüne göndereceğim." diye kükremiş.. Karısını bir daha affetmeyen hükümdar, Kraliçe'yi sürgün adasına yollamış.


Kraliçe sürgünde doğurmuş, bir oğlu olmuş. Yoksulluk içindeki kraliçe, yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş, oğlunu çile içinde büyütmüş.


Oğul, adadaki diğer çocuklarla oynarken, babasız olduğu için alay ediliyor, hoyratça iitilip kakılıyormuş. Bu aşağılanmalara katlanamadığı bir gün annesine gitmiş ve babasını sormuş.

Annesi gerçeği oğlundan artık saklamamış. Babasının hükümdar olduğunu söylemiş. Kendisinin de kraliçe olduğunu, Sarayda verilen şölen esnasında kendisini tutamayıp herkesin içinde osurduğu için de sürgüne yollandığını bir bir anlatmış.
Oğul, gerçeği öğrenince bu durumu kabullenemeyeceğini anlamış.
"Ben babamın hükümdar olduğunu bilmeden büyüdüm. Ama annem Kraliçe idi. Hiçbir suçu yokken, yoksulluk ve yalnızlık içinde bir hayata mahkum oldu. Bu anneme de, bana da büyük haksızlık. Biz neden sürgündeki bu yoksul hayatı sürdürmek zorundayız ki?" diye düşündükçe isyanı kabarmış.
Enine boyuna düşünüp taşındıktan sonra, bir karara varmış. Almış olduğu kararı annesine bildirmiş:
"Anne, ben yola çıkıyorum. Babamla görüşeceğim" deyip, yanına patlıcan fideleri alarak yola koyulmuş.

Adadan tek başına kayıkla ayrılmış, denizi aşıp karşı kıyıya varmış. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Nihayet surlarla çevrili kalenin olduğu şehre varmış. Bağıra çağıra patlıcan fidelerini satmaya başlamış: "Duyduk duymadık demeyiin, altın patlıcan fidesi satıyorum. Altın patlıcan fidesi vaaar."


Şehirde altın patlıcan fidesi satan yabancı bir satıcının varlığı anında hükümdara bildirilmiş. Hükümdar altın fideyi ve satıcısını görmek istemiş ve buyruk vermiş:

"Derhal o satıcıyı huzuruma getirin!"

Oğul, yaka paça derhal hükümdarın huzuruna çıkarılmış.

Hükümdar:"Bu sattığın fideler altın patlıcan mı olacak, bu doğru mu?" diye sormuş. "Ben böyle bir şeyi daha önce ne duydum, ne de gördüm. Bu fideleri büyütmek istersem eğer, nasıl büyüteceğim? Isteyen herkesin yapabileceği bir iş midir bu?" demiş.
Oğul şöyle cevap vermiş:
"Maalesef hayır, hükümdarım! Herkes bu fideleri büyütemez. Bu patlıcan fidelerini büyütebilmenin püf noktası şudur. Hayatında bir kez olsun osurmamış bir kişi bu fideleri büyütebilir. Sedece hiç osurmamış bir kişi büyütürse bu fideler altın patlıcan verebilir." demiş.
Bu sözleri duyan herkes kıkırdamış. Padişahın karşısında kahkahalarla gelmemek için kendilerini zor tutuyorlarmış.
Hükümdar ise kızmış. Sarayın her köşesinde çın çın öten sesiyle kükremiş:"Saçma sapan konuşma. Hiç osurmayan insan olur muymuş? Herkes osurur bu dünyada. Yıkıl karşımdan. Eğer bir sahtekar isen, sattığın şey sahte ise seni cezalandıracağım." diye bağırmış.

"Yani... Sizin uyruğunuz altındaki herkes rahatça osurabilir mi diyorsunuz? Bu ülkede osurmak suç değil mi, diyorsunuz." demiş, oğul.


"Osuruğun cezalandırılması gibi bir saçmalık da nereden aklınıza düşer? Öyle küçük, ossuruktan şeyleri cezalandırırsam bu ülkenin çivisi çıkar." diye cevap vermiş, Hükümdar.


"Hımm! Fakat hükümdarım, benim annem küçücük bir pırt yaptı diye sarayınızdan uzaklaştırıldı, sürgün adasına yolandı. Onu unuttunuz mu?" demiş, Oğul.


Hükümdar, bu sözleri duyunca şaşırmış. Genç adamı dikkatle süzmeye başlamış. Ve o zaman farketmiş ki, karşısında duran genç adamın gözleri ve burnu tıpatıp kendi gözleri ve burnuymuş. Gerçeği bir anda anlamış. Varlığını o anda öğrendiği oğlunun,  "Altın patlıcan" hikayesini niçin uydurduğunu kavramış. Ve genç adamı karşısına alarak her şeyi anlatmasını istemiş. Karısını saraydan sürdükten sonra olan biten herşeyi öğrenmiş.


Sonra da şöyle demiş: "Oğlum, hepsi benim suçum. Size yaşatmış olduğum bütün o sıkıntılar ve üzüntüler için beni bağışla!. Artık bütün bu acılar geride kalsın. Gidip karımı alalım, saraya getirelim." demiş ve oğluna sarılıp onu sımsıkı kucaklamış.


Onlar hep beraber mutlu kutlu bir yaşam sürmüşler.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Dağa Terkedilen Yaşlı Kadın(姥捨て山)

Çok eski çağlarda, ihtiyarlardan nefret eden bencil bir hükümdar vardı.
Hükümdarın katı yargısına göre, ihtiyarlar hiç işe yaramazdı, onlar sadece çalışmadan yiyen tüketicilerdi.
Hükümdar, günlerden bir gün, ülkenin her köşesine tabelalar kurulmasını buyruk verdi. Tabelalarda hükümdarın şu fermanı yazılıydı:
"60 yaşını geçen bütün ihtiyarlar dağa götürülüp, terkedilecektir. Her kim bu fermanı uygulamaz ise, ailesiyle birlikte idam edilecektir."
Herkes ailesinin başına geleceklerden korktuğu için, hükümdarın bu fermanını çaresiz uygulamak zorunda kaldı.

Bu ülkede genç bir adam vardı, onun da annesi yaşlıydı.
Anacığı bir gün oğluna şunları söyledi:
"Evladım, ben yaşlandım artık, 60 yaşındayım. Hadi, beni götür, dağa bırak.
‘’Hayır anne. Öyle acımasızlığı asla yapamam.’
"Kapı komşumuz teyze de, karşı komşumuz amca da götürülüp dağa bırakılmış. Onun için sen de dert etme bunu." Anacığı nazikçe böyle söylemiş.

Oğul ertesi gün isteksizce annesini sırtlayarak dağın yolunu tuttu.
Annesi o kadar zayıf, o kadar çelimsizdi ki, kuş gibi hafif olan anacığını dağa terkedeceğini düşündükçe acıdan içi burkuldu.
Annesi ise eve dönecek oğlunu düşünüyordu, geri dönüş yolunu kaybetmesin diye kopardığı dalları işaret olarak yola atıyordu.
Dağa tırmandıkça genç adamın annesiyle olan hatıraları aklına düştü, anılar bir bir gözünün önünde canlandı.
Sonunda ayrılacakları yere vardılar. Genç adam, anacığını sırtından indirdi.
Annesi yanında getirdiği hasırı yere sererek üstüne bağdaş kurdu.
"Hadi oğlum, hava kararmadan yola koyul, yoksa geri dönemezsin. Yolun uzun." dedi annesi. Yaşlı kadıncağız bu durumda dahi sadece oğlunu düşünüyordu. O üzülmesin diye gülümseyerek sakin sakin oturuyordu.

Genç adam, için için ağlayarak anacığından ayrıldı, arkasına bakmamaya çalışarak geldiği yoldan geri dönmeye başladı.
Az sonra kar yağmaya başladı. Genç adamın aklı ise annesindeydi. Annesinin hatıraları aklını, ruhunu, yüreğini kaplamıştı.
"Karın altında annem şimdi üşüyordur. Zifiri karanlıkta buz gibi soğukta yapayalnız ölümü bekliyor.."
Bu düşünceyle olduğu yerde mıhlandı kaldı, artık bir adım daha atamadı. Hızla geri dönüp, "Anne!.. Anne!.." diye seslenerek koşmaya başladı.
Annesi hasırın üzerinde bağdaş kurmuş dua ediyordu. Oğlunun sesini duyup, karşısında onu görünce şaşırdı. Yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı...
Ana-oğul hıçkırıklar içinde ağlaşıyordu.
Genç adam annesini sırtlayıp eve döndü. Annesini evin bodrumuna sakladı.

Aradan birkaç gün geçti. Hükümdar, köylülere acayip sorular buyurdu. Hiç kimse cevap veremedi. Genç adam eve döndüğünde olanları annesine anlattı.
"Anne, külden halat yapın, diyor hükümdarımız. Bu meseleyi çözemezsek, vergimiz artırılacakmış. Çok uğraştım, ama yapamadım."
‘’Çok kolay. Öğreteyim sana."
Oğul, annesinin tembihlerine uyarak, önce hasırdan halat yaptı, sonra onu tuzlu suyun içine yatırdı, en sonunda da halatı kurutup yaktı.

Genç adam, onu dikkatli bir şekilde hükümdara götürdü.
(Hükümdar hoşnutluğunu saklamadı.)
"Güzel!. O zaman bu kez biraz daha zor bir soru çıkarayım. Burada bir sopa var. Hangi ucu kök, hangi ucu dal, cevap vermek için bir günün var.
Genç adam, yine annesine sordu. Annesi şöyle dedi:
"Suyla dolu bir kova getir. Sopayı suya sok. Suyun içine batan ucu köktür, yüzeyde kalan ucu daldır.
Genç adam, bu cevabı hükümdara götürdü. Hükümdar duydukları karşısında sevindi ve genç adamı övdü.
"Güzeel!. O zaman son olarak en zor soruyu soracağım. Tokmak vurmadan ses çıkaran bir davul yapıp getir."
Genç adam, bu imkansız diye üzüldü, umutsuzluğa kapıldı. Davulu eve götürdü ve yine annesinden medet umdu.
"Kolay, oğlum. Dağdan bir düzine kadar arı getir önce."
Genç adam arılarla dönünce, annesi, davulun derisini bir noktasından hafifçe aralayarak, arıları içine saldı. Davulun içine hapsolan arılar vızıldayarak dönmeyen başladı. Böylece davuldan güzel sesler çıkmaya başladı.

Genç adam vızıldayan davulu alıp hükümdarın karşısına çıktı.
‘’Çok güzel. Hepsini sen mi çözdün?’’ diye sordu hükümdar.
"Hünkarım, doğrusunu bilmek isterseniz, size işin aslını söyleyeyim. Bu problemleri çözen kişi annemdir. Siz, yaşlılarımızı dağa terketmemizi buyurdunuz. Ama ben bunu yapamadım... Annemi sakladım. Yaşlı insanlar bedenen güçten düşmüş olsalar da, gençlere yol gösterecek bilgi ve tecrübeye sahiptirler.
Bu söz karşısında hükümdar biraz düşündü. Sonra da şöyle dedi:
"Bu düşünce çok doğru.. Ben yanlış yaptım. Bu andan itibaren yaşlı insanları dağa terketme buyruğumu hükümsüz kılıyorum.
Sonra, hükümdar, yeni bir ferman çıkararak, yaşlılara mutlak surette saygı gösterilmesini buyurdu.

15 Aralık 2013 Pazar

Kar Kadın (雪女)

Evvel zaman içinde, Musashi’deki bir köyde adları Mosaku ve Minokichi olan iki oduncu yaşıyordu.

Mosaku, yaşlıydı. Minokichi ise genç bir adamdı ve Mosaku'nun yardımcısıydı.

Karlı bir kış günüydü.

Kar yağışı tipiyle dönmüştü. Bastıran tipi nedeniyle o gece eve dönmekten vazgeçip, geceyi yakınlardaki bir kulübede geçirmeye karar verdiler.
Sığındıkları kulübe sanki başlarına yıkılacak gibi harap haldeydi. Fakat onları o  gece o yoğun tipiden ve insanın iliklerini donduran soğuktan korumuştu.

Minokichi, gece yarısı içeriye doluşan buz gibi rüzgârın yüzüne sertçe çarpmasıyla uyandı.

Görgükleri karşısında buz kesildi.
Yanında uyumakta olan Mosaku'ya beyaz kimonolu güzel bir kadın, tıpkı kimonosu gibi karbeyazı nefesini üflüyordu.

Mosaku, donup öldü.

Kadın, bu kez Minokichi'ye yöneldi. Dondurcu nefesini üflemek için Minokichi'nin yüzüne eğildi. Bir süre Minokichi'ye bakakaldı.

Sonra şöyle dedi.

‘’Seni de o ihtiyar gibi öldürecektim, ama sen öyle genç ve güzelsin ki, o yüzden öldürmeyeceğim. Fakat, bu geceki olayları başkasına söylersen öleceksin..’’

Birkaç sene sonra, Minokichi,  ‘’Oyuki’’ adlı güzel ve narin bir kadınla kavuştu. Onlar âşk oldu ve evlendiler.

On tane çocukları
 oldu. Oyuki çalışkan ve nazikti, ama ne garip ki, yıllar akıp geçse de hiç yaşlanmadı.

Bir gece, çocuklarını yatırdıktan sonra, Minikichi şöyle dedi:
''Seni böyle gördükçe, 18 yaşında yaşadığım garip bir olayı hatırlıyorum.
O gece gördüklerim tüyler ürperticiydi. Ama gerçek ile hayal şimdi birbirine karıştı. O gece gerçek miydi, yoksa hayal miydi, artık hiç bilemiyorum.''

Minokichi, böyle deyince Oyuki, birdenbire ayağa kalktı ve şöyle dedi.
''Gördüklerin gerçekti. O gördüğün kadın benim. 
 Ben o zaman seni uyarmıştım. Gördüklerini söyleyecek olursan ölürsün, demiştim.
 Ama yanımızda uyuyan tatlı çocuklarımıza baktığımda nasıl.. öldürebilirim seni?
 Çocuklarımıza iyi bak...’’

Bu sözler onun son sözü oldu. 
Oyuki’nin vucüdü hızla eriyip bayaz sis oldu ve pencereden süzülerek çıktı gitti.      
Oyuki'yi bir daha gören olmadı.

12 Aralık 2013 Perşembe

Bebeğini besleyen hayalet (子育て幽霊)

Evvel zaman içinde bir şekerci vardı.

Günlerden bir gün, solgun benizli hâmile bir kadın şekercinin önününden geçti.
O gece, birisi kapıyı çaldı. Şekerci kapıyı açtı. Kapıda hâmile, güzel bir kadının durduğunu gördü.
‘’Affedersiniz, bu parayla bir şeker alabilir miyim?’’
Kadın böyle diyerek elindeki sikkeyi uzattı. Bir sikkeye bir tane şeker aldı.

Ertesi gece de yine bir şeker almaya geldi. Bu kez benzi daha soldun görünüyordu.
‘’Gece değil de gündüz gelir misiniz?’’ dedi şekerci.
Kadın, ince bir sesle yalvardı.
''Bu saatte size rahatsızlık verdiğim için çok özür dilerim. Fakat sizden bir şeker satın almalıyım.''

Kadın üçüncü gece de geldi. Benzi daha da solgunlaşmıştı.
‘’Nereden geldiniz, nerede oturuyorsunuz? Buralarda sizi hiç görmüyorum.’’diye sordu, şekerci.
Kadın, ince bir sesle cevap verdi.
''Birkaç gün önce geldim. ''
Saçları rüzgarda uçuşuyordu.
Ertesi gün ve sonraki günlerde kadın, yine geldi. Benzi gittikçe solgun oldu.

Yedinci gece yine geldi.
Kadın ağlayarak, ‘’Affınıza sığınıyorum. Artık hiç param kalmadı. Ama mutlaka bir tane şeker almalıyım. Yalvarırım bir tane verin.’’ dedi.
‘’Veremem.’’diye cevap verdi şekerci. Kadın, kimonosunun yenini yırtıp adama uzattı.
Şaşıran adam, isteksizce bir şeker verdi.
Kadın,‘’Minnettarım.’’dedi.
Kadının nereye gittiğini merak eden adam, onu gizlice takip etti. Kadın, dağdaki tapınağın taş merdivenlerini usul usul çıktı. Tapınağın kapısını geçti. Tapınağı boydan boya geçerek, orada bulunan mezarlığa doğru gitti. Derken toprakla yeni örtülmüş bir yerde aniden ortadan kayboldu. O anda ağlayan bir bebek sesi duyuldu. Adam, keşişe gitti ve olan biteni anlattı.
‘’.....ve  kadının yırtıp verdiği yen işte bu.’’diyerek, adam yeni keşişe gösterdi.
Keşiş, onu görür görmez, ‘’Bu kimonoyu hatırladım, bir hafta önce gelen genç bir hâmile kadının üzerindeydi. Parası olmadığından başka bir yerde kalamamış. Onun için o gece burada kaldı. Kadıncağız bebeğini doğurmak için anne ve babasının yanına dönmekteymiş. Kocası ise ölmüş. Bana sirin bir kundak gösterdi. Ama ertesi sabah öldü. Nereden geldiğini ve kim olduğunu bile öğrenemedim. Cenazeyi kundağıyla, 6 sikkeyie beraber kimsesizler mezarlığına gömdüm.
‘’6 sikke...? Ama o kadıncağız  7 defa geldi şeker almaya.’’ ded, adam titreyerek.

Ertesi gün keşiş sutrayı okurken mezar açıldı.
Tabut açılınca herkes şaşırdı. Çünkü kabirdeki kadının kucağında kundaklanmış bir bebek vardı.
‘’Evet, bu kadıncağızdı, şeker almaya gelen.’’
‘’Evet o... Kimonosunun bir yeni de  yok. ‘’
O zaman bebek aniden ağlamaya başladı.
‘’Bebek yaşıyor!’’ dedi keşiş.
Bebeği kucağına aldı. 
‘’Annesi, süt yerine her gün bir şeker vermiş. Bu bebeği bu tapınakta besleyeceğim.’’dedi.
Bu rivayet aldı başını gitti. Şekerci çok ünlü oldu ve çok sayıda insan şeker almaya geldi.
Yıllar geçti, çocuk büyüdü. Oradan ayrıldı, rızkını aramak için gurbete gitti. 
Sonra da iyi bir keşiş olmuş. 


Bu sayfada bu hikâyenin videosu var ama kaynak buradan almadığım için biraz farklık görebilirsiniz.
http://www.dailymotion.com/video/xr4y9e_mnmb-%E5%B9%BD%E9%9C%8A%E9%A3%B4_creation

6 Aralık 2013 Cuma

Hasır Şapkalı Jizo(笠地蔵)


(Jizo: eski çağlardaki Japon inanışına göre, yolcuları koruyucu, yolları güvenli kılıcı tılsımlı bir koruyucu biblodur. Daha sonra ise yolcuları ve çocukları koruyucu, kazada yaşamlarını yitirenlerin ruhunu sakinleştirici bir inanışa dönüşmüştür.)

Evvel zaman içinde dağlık bir bölgede kendi hallerinde yaşayan yaşlı bir çift vardı.

İhtiyarcıklar kendi kendilerine yeten dürüst ve çalışkan bir yaşam sürüyordu. Ne var ki, artık çok yaşlanmışlardı ve o yıl ekinler iyi hasat vermemişti. Yıl sonuna doğru kiler boşalmaya başlamış, kışlık yiyecekleri çok az kalmıştı.
Bu halde yılbaşını karşılayamayız diye kaygılanan dede, elde kalan çok az samanla hasır şapka örüp, onları şehirde satmaya karar verdi.

Yılın sön günü kar yağmaya başlamıştı. Yaşlı adam, üstün bir çapayla tamamalayabildiği beş adet hasır şapkayı sırtlanıp, kuşluk vakti yola koyuldu.
Şehre giden yolun yarısında, dağın eteğinde yanyana dizili 6 Jizo vardı. Dedecik ve ninecik, oradan geçerken mutlaka Jizoları ziyaret ederlerdi. Teker teker hepsine dua ederek, minnettarlıklarını sunarlardı.

O gün çok soğuktu, rüzgar bıçak gibi kesiyordu. Yaşlı adam, Jizolara teker teker dua etti ve dilekte bulundu: "Şapkalarım inşallah satılır ve yılbaşını umarım güzel karşılayabiliriz."

Ihtiyarcık, yoluna devam ederek şehre vardı. Bütün gün şehrin her yanını  dolaştı, şapkalarını satmak için bağıra çağıra çok uğraştı. Fakat ne yazık ki yaşlı adamın şapkalarına ilgi gösteren olmadı.
Güneş batıp hava karardığında tek bir şapka bile satılamadan hepsi elinde kalmıştı.
"Aa, karım şimdi çok üzülecek" diye canı çok sıkıldı. Çaresizce şapkaları sırtlanarak evine doğru yollandı.
Yaşlı adam, dağın eteğine geldiğinde, herzamanki gibi yolunu Jizolara düşürdü. Sabahtan beri yağan karlar jizoların başında bembeyaz bir kar tabakası biriktirmişti.

Yaşlı adam, "Bu halde çok üşümüşlerdir" diye kendi kendine söylenerek, çıplak elleriyle Jizoların başındaki karları temizledi. Sonra da, "İyiki yanımda bunlar var... Yeterli olmasa bile bu soğuk havada hiç yoktan iyidir." diyerek, hasır şapkaları teker teker Jizoların başına koydu. Son jizonun önüne geldiğinde bir şapkanın eksik olduğunu fark etti.
"Bir şapka daha lazım. Ne yapsam acaba.. Bu halde üşüyecek bu Jizo." diye mırıldandı.
Bir an sonra aklına kendi başındaki mendil sargı geldi. Çıkarıp, onunla Jizonun başını sardı. "Beni mazur görün, elimde bundan başka bir şey yok.. Bununla yetininiz lütfen.. Azıcık da olsa soğuktan korur sizi." dedi. Sonra mendilin köşesini Jizonun çenesinde düğümleyip, ellerini birleştirdi.
Artık vakit geçirmeden koşuşturarak hızla dağa çıkmaya başladı.

Evine vardı. Yaşlı kadın kapıyı açtı. Kocasının ıslak halde geldiğini görünce çok şaşırdı. Ocak başında çaylarını yudumlarken, dede başından geçenleri anlattı. Nine, kocasının başından geçenleri dinleyince, anlayışla başını salladı.
 "İyi yaptın. Jizo-samalar da sevinmiştir." diyerek, ihitiyarının yaptıklarını sevgiyle onayladı.
Fakat artık evlerinde hiçbir şey kalmamıştı. Artık yapacak birşeyleri de yoktu. Çaresizdiler. Onun için o gece erkenden, incelik bir battaniyenin altında kıvrılarak yattılar.
Yeni yıla girmeye az kalmıştı. Dışarda kar yağışı tipiye dönmüştü, yerleri bembeyaz kaplayan kar tabakası giderek yükseliyordu.
Ihtiyarcıklar aynı anda aniden uyanarak gözlerini açtılar.
"Bu ses de nedir acaba? Sanki yakınlaşan sesler buraya doğru geliyor."
Kar artık yağmıyordu. Dışarıda kar ayın ışığıyla parlıyordu. Şarkılarla gelenler, şapkalı Jizo-samalardı. İçlerinde kumaşlı küçücük bir Jizo da vardı. Jizolar, şarkıda dedenin verdiği şapkalar sayesinde kardan kurtulduklarını söylüyorlardı.
Jizolar, ağır bir şeyleri yuvarlayarak evin önüne geldiler, getirdikleri şeyleri kapının önüne ardı ardına yığdılar.
Yaşlı karı-koca çok şaşırmıştı, sevinçle birbirlerine baktılar. Avuçlarını açarak dua ettiler.
Jizolar, şarkılar eşitliğinde tekrar geri döndüler. Ihtiyarlıklar dışarı çıktı.
Jizolar, pirinç, mochi (pirinçten yapılan yemek), yakacak odun-kömür, içecekler, balıklar, çeşitli sebzeler getirmişlerdi.

Dedecik ve ninecik minnetle avuçlarını açarak teşekkür ettiler ve hediyeleri evin içerisine taşıdılar.

Böylece onlar yılbaşını mutlu olarak kutlayabildiler.